Cuma, Nisan 20, 2007

...

Yürüyordu. Durmaksızın, sokaklar boyunca yürüyordu. İstanbul’un sokakları ardı arkası kesilmezmiş gibi ayaklarının altında süzülüyor ve onu benliğinin derinlerine çekiyordu. İstanbul sessiz, İstanbul hüzünlüydü. İnsan halinden anlıyordu; hüznün hüküm sürdüğü o bedene, kendi hüznünün varlığıyla teselli veriyordu adeta. Sokaklar eski, sokaklar terkedilmişti. Tozunu kaldırmaya çekinircesine yavaş yavaş ilerliyordu genç adam.
Aslına bakılırsa nereye gittiğini de bilmiyordu. Aklının karmaşasından sıyrılabilmek umuduyla yollara atmıştı kendini, boş gözlerle bakınıyordu. Şehir sessizdi, şehir sanki uyuyordu gündüz vakti.
İrkilmesine sebep olan ezan başlayana kadar ölü bir şehirde dolaştığına yemin edebilirdi. Ama artık yeminlerden korkuyordu. Verilmemiş sözler yaralamıştı kalbini. Yaraları kabuk bağlamış ama acıları henüz dinmemiş ve dinecek gibi de gözükmüyorlardı

Yalnızlık

Duman daireler çizerek yükseliyor, sonra da odanın havasında kaybolup gidiyordu. Yaşlılık insanı çok acıtıyor. Ne derlerse desinler bir dumandım ve artık karışmayı bekliyorum havaya, ulaşmayı bekliyorum nihai sonuma. Aslında o kadar da yaşlı sayılmam ya yapacak bir işim, vakit geçirecek bir meşgalem olsa belki biraz daha hayat diye dilenirdim ona ama ne gerek var ki? Vaktimin gelmesini, hayallerimde çok kez yaşadığım Azrail’le o buluşma anımın gelip çatmasını sabırsızlıkla bekliyorum artık.
Bana göre bir hayat değil bu? Bir kahvehanede oturmaktayım ama gelen geçenlerin hiçbiri beni tanımıyor. Ürkekçe yanıma yaklaşıp, meraklı bakışlarla beni baştan aşağıya süzenler, imzamı almak isteyenler, son oynadığım roldeki başarımdan dolayı tebrik etmek isteyenler yok artık.
Artık ben varım, sadece ben. Ve bu yalnızlık beni içten içe kemirip duruyor. Buraya en son yıllar önce gelmiştim. Sanat camiasının uğrak yeriydi o zamanlar. Girer girmez gözüme takıldı duvardaki resmim. Birden kalbimin daha hızlı attığını hissettim, tanınacak olmanın heyecanı vardı bunca yıldan sonra. Evet, burası harika bir yerdi.
Anılarım yavaş yavaş zihnimin derinliklerinden, gözümün önüne geliyor. O günler ne de güzeldi. Altımda son model bir Alman arabası, şoförümde vardı hani. “Ne fiyakalı adammışım be “ diye geçirdim içimden.
Anıların uzun zamandır hatırlamadığım o güzel dünyasından bugüne dönmüştüm artık. Karşımda bir garson, bana gülümsüyordu. Kalbim ilk filmimi çektiğim o günlerdeki gibi gençliğimden kalma heyecanlarla dolu pır pır ediyor, kanatlanıp uçmak istiyordu adeta.
Beni tanıyorlardı. Geçip giden kahpe zaman tüm zihinlerden silip atmayı başaramamıştı henüz. Bir kibirlilik ki aldı beni, görmeliydiniz. Bir aristokrat mı desem bir lord mu desem bilemiyorum ama o anda dünya üzerindeki en önemli, en tanınmış insandım sanki. Gelip geçen onca yılın ardından, beni tamamen yok edememişti zaman. Çökmüştüm belki biraz, kırışıklıklarla bezenmişti belki yüzüm ama olsun, beni tanıyan bir kişi çıkmıştı karşıma.
Garsonla karşılıklı tebessüm edişimiz ancak bir kaç saliseydi ama ruhumda uyandırdığı duygular, tahmin edebileceğinizin çok ötesindeydiler. Bu mutluluk beni öylesine sarıp sarmalamıştı ki ben niye unutuldum diye hayıflanmaya ve o günlerin nasıl bittiğini düşünmeye koyuldum.
Mutluluk bir anda yok olup gitti, tebessüm yerini hüzne ve burukluğa bıraktı. Evet, hüznümdeki burukluk, bu bende derin yaralar bırakarak çekip giden sevgilinin anılarıydı, bana saldığı sonu gelmez acılarıydı. Anlayacağınız aşık olmuştum, her fani gibi allak bullak olmuştum. Ömrüm boyunca daha büyük bir hastalığa yakalandığımı anımsamam doğrusu, ne yalan söyleyeyim bir keresinde havale geçirmiştim de ölümden dönmüştüm. Keşke ölseydim dediğim çok oldu. Hastalık dediğin alır canını gider, oldu mu böylesi olmalı, ama o öyle değildi. İnce hastalık hatta kanserdi o, yavaş yavaş eritti, yok etti beni.
Onu ilk gördüğümde, aklım başımdan gitmişti adeta. Elim ayağım birbirine karışmış, komik duruma düşmüştüm sakarlıklarımla. İyi ki de düşmüştüm yoksa ne ara onun o billur yüzündeki gülümsemeyle tanışabilecektim ki. O anda bir şeyler koptu sanki içimde bir yerlerde. Aldı götürdü sanki kalbimi de, giderken bilinmeyen uzaklarına.
O sıralar film işine ufak bir ara vermiş kendime bir kitapçı açmıştım, ne de olsa çocukluktan bu yana hayalimdi. O, kitapçıdan çıkarken dayanamadım düştüm peşine. Yollar o gözlerime görünürken ne kadar uzarlarsa uzasınlar fark etmezdi, o kalbimde aşkı kanatlandırandı. Beni benden almıştı artık, onsuz yapamazdım.
Aradan aylar geçti, evlendik. Bir çocuğumuz oldu. Mutluyduk. Ne filmler geliyordu aklıma ne de şan şöhret. Bunların yalan olduklarına kanat getirmemi sağlamıştı bilmeksizin.
Hayat ne kadar güzelleşebiliyorsa aynı şekilde iğrençleşebiliyormuş da. O hafta tatile gidecektik. Ama olmasını hiç ummadığım bir şey oldu ve telefonum çaldı, beklemediğim şey telefonun çalışından ziyade arayanın kimliğiydi. Eski bir yönetmen arkadaşım arıyordu. Bir filmde kısa bir rol oynayıp oynayamayacağımı soruyordu. Çok da ısrar etti, dediği para da fena değildi hani. Gelgelelim ben teklifi kabul ettim.
Rezervasyonumuz da hazırdı tatil için. Zar zor ikna ettim de kendi ellerimle otobüse bindirdim, yolladım otele, geleceğim dedim iki güne kalmadan. Gidecektim de ama olmadı. Onlar bana geldiler. Buz gibiydiler, hareketsizdiler, ölüydüler. Morgdaydılar. Film setine polisler gelip beni aldılar, teşhis etmem için götürdüler. İçim o kadar acımış mıdır ömrüm boyunca diyorum, başka bir olayın buna sebep olabileceğine imkan veremiyorum.
O gün bu gündür otobüslerden ve filmlerden nefret ederim kendimden ettiğim gibi...
Garson tekrar geldi ve ; “ Efendim sizinle daha önceden tanışıyor muyuz, simanız hiç yabancı gelmedi de?”
Kahpe zaman yapacağını yapmıştı, anlamlandırmaya çalıştığım hayatım artık ıstırabım olmuştu. Ne önemi kalmıştı artık iki nefes fazla iki nefes eksik almışım,
“ Zannetmiyorum ” dedim hayallerimi paramparça eden sahte hayranıma. Uzun zamandır yanımda taşıdığı ama elimi dahi uzatmaya çekindiğim tabancamı elime aldım. Namlusunu alnıma doğrulttum ve sonra ateşledim tetiği. Derinden tok bir ses sardı her yanı ve sardığı kadar hızlı bir şekilde kaydoldu benim gibi, hayallerim gibi...
Şimdi artık bir ölüyüm. Yerde yatan bedenimin etrafında bir koşuşturmadır başladı, bir görseniz. Herkesin gözü benim üstümde. Son anlarıma kadar özlemini çektiğim eski günlerin anısına, bu anı yaşamak oldukça zevkli. Kısa sürecek şöhretim burada ama olsun, hayatıma mal olmuş olsa bile yıllar sonra tekrar tanındım, eskiden olduğum ve hep olmaktan keyif aldığım ben oluvermiştim bir anda.
Cenazem eskiden kalma tanıdıklarla doldu taştı, üzüldüm yaşarken beni arayıp sormayan bu dostların yaptıklarına, hüzünlendim. Öyle dolmuş ki gözyaşlarım, ölü bedenimin gözlerinden iki damla gözyaşı akıttım, içinde umutlar ve acılar gizliydi. Kimse fark etmedi. Hızla başlayan sağanak ne gözyaşı bıraktı gözümde ne de eş dost bıraktı cenazemde...

Kağıttan gemiler yapmak

KAĞITTAN GEMİLER YAPMAK


Çocukluğum deniz kenarındaki evimizde geçti. Deniz tek mutluluğumdu adeta. Üzerinden esip tenime değen rüzgarıyla, kimi zaman kabaran kimi zaman usulca kıyıya vuran dalgalarıyla, geceleyin gözüme ışık saçan yakamozuyla, mehtabıyla beni benden alır mutluluğun berrak maviliklerine taşırdı.
Günüm ve gecemdi deniz. Ona baktığım her an mutluluktu benim için deniz. Dalgalarının arasında olmaktı tek hayalim gelecek olması muhtemel yıllar için. Benim büyük bir gemim olacaktı. Öylesine büyük bir gemim olacaktı ki içine bütün hayallerimi, umutlarımı, mutluluklarımı sığdırabilecektim; ama korkulara yer yoktu, onları birer birer denize atacaktım.
Babam bana kağıttan gemi yapmayı öğretmişti. Belki de o güne kadar kalbim böylesine şiddetle çarpmamıştı, heyecandan uçup gidecekti sanki yerinde bir bülbül misali. Benim mutluluğum denizdendi, aşkım da denize oldu.
Deniz, masmavi deniz...
Hayallerim ve umutlarım olan deniz. Ne zaman ona baksam kaybolup gitmek isterim derinliklerinde, maviliklerinde. O kadar huzur verici bir durum ki kendimden geçiyorum adeta böyle anlarda, hayal dahi olsalar bile. Düşlüyorum ufak bir yelkenliyi, güvertesinde ben, açmışım kollarımı şiddetle esen rüzgara rağmen. Rüzgar değiyor tenime bazen tutkuyla sarılan bir sevgili yahut mutluluk sarhoşu bir dost gibi. Hayatı ve ölümü hayal ediyorum derinlerinde maviliklerin, maviliklerimin. Olsun isterim illaki olacaksa bir son, onun kollarında. Ve hayat, hayatım zaten onu ilk görüşümden bugünedir. Öncesi yoktur, var desem yalan olur. Ama yorucudur yüzmek saatler boyu, bundandır bağlanışım bir geminin, yelkenlinin hayaline. O ki, beni aşkımın kollarından bir an olsun uzaklaştırmayacaktır.
Mavinin her tonu güzeldir. Dalganın hırçını da sakini de zevk verir. Geceleyin esen rüzgar yahut parıldayan mehtap beni cennette zannettiriverir bütün benliğimle. Hele yakamoz, o bambaşkadır.
Mavi, hayattır. Mavi, hayatımdır.
Kıyıda oturmuş izliyorum denizi gün doğarken ve gün batana dek devam ediyorum izlemeye. Sıkılmam, neden sıkılayım ki? Aşkımla göz göze, diz dizeyken... Kimsecikler yokken aramızda, neden sıkılayım ki?
Hele bir de bir balık atlamaya görsün şu şen şakrak kalbim. Başlar bir bülbül yahut sığırcık misali pır pır kanat çırpmaya. Koşup dalmak isterim maviliklerine, yüzmek isterim o güzel balıklarla. Korkmadım hiç balıklardan, oysaki yaşıtlarım çekinir, ihtiyatlı davranırlardı onları gördüklerinde.
Ben onun içinde hayat bulana nasıl korku dolu gözlerle bakabilirdim ki? En büyük korkum onsuz olmaktı, en büyük hayalimse onunla sonsuz enginliklere yol alırken onsuzluk korkumu onun derinlerine bırakmaktı.
Her sabah kıyıya iner kağıttan yaptığım gemilerimi bazen dalgalara bazen de çarşaf misali dupduru sulara bırakırdım. Sonra da oturup izlerdim ardı sıra giden gemilerimi. Batarlardı. Nihai sonlara o zamanlarda aşina olmuştum. Her şeyin bir sonu olduğu fikri o günlerde aklımda yer etmeye başlamıştı.
Bir kağıt katlanıyor, bükülüyor ve ardından hayallerimin maddeye bürünüşü oluveriyordu. Ama batmak vardı sonunda. Gülü seven dikenine de katlanırdı elbet bülbül misali. O zaman göze almak gerekti derin maviliklerde sona erecek bir hayatı.
Düşünmesi bile tüylerimi diken diken ediyordu ama buna rağmen tuhaf bir sıcaklama da sarıyordu kalbimden yayılarak bedenimi. Sonradan öğrendim de aşkmış bu; hem acı hem mutluluk bir aradaysa...
Kalbimden geçen derin duygularla katlıyordum her gün kağıtları ve salıyordum uçsuz maviliklere onları. Geri dönemezlerdi, ben dönebilecek miydim? Ben gittikten sonra da arkamdan bakanlar benim şu anki mutluluğumu duyumsayabilecekler miydi? Acaba ben, ben de kağıttan gemilerim misali kavuşabilecek miydim sessiz sedasız aşkımın kollarına?
“Sensiz saadet neymiş, tatmadım bilemem ki...”. Derinden gelen sözlerdi bular, kulağıma fısıldayan bu şarkının sözleri. Beni çocukluk hayallerime taşıdı sonra da çekip aldı.
Şimdi güvertedeyim. Dört bir yanımda uçsuz bucaksız mavilik... Elimde gazetem, Cumhuriyet’im, masamda çayım; memleket hasretini en derinden hissettiren ve en çabuk unutturan ikili. Hiç yakamı bırakmadılar, bırakmasınlar da zaten. Sonra gazeteden bir parça kağıt koparıyorum, kare şeklinde. Şöyle bir bakıyorum kağıda derin düşünceler ile ama okumuyorum. Sonra muzipçe bir gülümseme konuyor dudaklarıma, başlıyorum kağıttan gemi yapmaya.
Çok güzel bir kağıttan gemi oldu diyorum. Bu sefer batmasın diye diliyorum ve denize, özgürlüğe bırakıyorum. Ama bu sefer bakmıyorum görmemek için akıbetini kağıttan gemimin.
Çok kez döndüm kıyıdaki evime ama yapamadım derin mavilikler yokken dört bir yanımda, attım kendimi bodoslama sulara. Henüz batmadım, batmaya da niyetim yok hani.
Her yanım aynı mavilik ama gezip görecek çok yer var biliyorum, farklılar her biri diğerinden. Bilmeyen deniz der geçer her birine ama değil. Mavinin tonları var; derinlikleri, gizledikleri var. Hep sevdim denizleri, onlar da beni sevdi galiba ki almadılar henüz kollarına.
“ Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli
Alıştım yokluğuna gel desen gelemem ki?”
Yine yazma isteği duyuyorum. Yazmak, denizin güzelliğini kelimelerle taçlandırmak istiyorum. Benim ardımdan beni ölümsüz kılacak bir şey olacaksa bu bir kitap olmalı, maviyi, denizi, aşkı, aşkımı anlatmalı...



Haydar Eren AKIN

Hayat Irmağı

HAYAT IRMAĞI

Ömür, akarsuyun akışına benzer. Akarsuya kendini kaptırıp giden her insanın amacı onun kıyısına kıvrılıp bu hengameyi dışarıdan seyretmektir aslında. Çünkü akarsuda yol almak zordur. Su, köpüklerini bırakıverir ağzından ve hışmıyla seni katar önüne durmaksızın ilerleyeceğin o uzun yola doğru.
Bir akarsu yatağında yol almaya başlamaya benzer doğmak. Sürekliliklerin esas olduğu bir dünyaya gelmişsindir artık. Çare yoktur, yola devam edeceksin. Yıllar önce ben de öyle yaptım, yaptırıldım. Hayat ırmağından bir yudum almaktı tek amacım, gidermek için yakıp kavuran susuzluğumu, olmadı. Buluverdim suyun içinde kendimi, durmak istedim; istemekle kaldım. Çaresizlik bu olsa gerekti.
Seçenekler kalmamıştı. Bu durumun farkına varışım, dönüp hayatla yüzleşmem oluverdi. Hayatı o gün, o anda tanıdım. Sevdim hayatı, suyu, maviyi... Hayat maviden ibarettir. Onun haricindeki renkler önemsizdir, önem arz eden mavidir. Ben ilk maviyi gördüm, ben ilk maviyi sevdim.
Evimdeyim şimdi. İki katlı şirin bir evdir. Ortalık sakinse eğer dalgaların kıyıya vuruşlarının sesleri gelir kulağınıza. Evimin birkaç metre önünde kayalıklar, ardında da her mevsim azgın dalgalar doğuran deniz vardır; mavinin ta kendisi vardır, sevginin ta kendisi vardır.
Yakınlarda öyle çok ev yoktur. Sevmiyor insanlar sessizliği, yalnızlığı artık. Oysa sessizlik bir bakıma mutluluktur, huzurdur...
Boğaz eskisi kadar güzel değil artık. Kirlettiler, sadeliğine lekeler peydahladılar artık. Evim yapayalnızdı, yaklaşmaya başlıyor artık hızla artan evler bize doğru. Eskiden hava bu kadar basık ve puslu değildi. Yazık! Üzülüyorum şimdi torunum için, göremediği İstanbul için. Ama İstanbul öyle bir şehir ki en çirkin halinde bile çekiciliğinden hiçbir şey kaybetmiyor. Dün de çok aşığı vardı yarın da olacak...
Belki artık evimin yakınlarından denize girmem hayal oldu ama anılar teselli ediyor. Belki Caddebostan Plajı artık eskisi gibi cıvıl cıvıl değil ama olsun şimdi de bir ayrı güzel. Hiç değilse çirkinleştiğini kabul etmek istemiyor gönül bu kadar bağlanmışken İstanbul’a...
Şöminedeki odunların çıtırtısı, kulağımı okşayan bir melodiyi andırıyor. Çıtırdayışlar; biraz vahşi, yıkımı andıran sesler ama küllerinden doğan bir anka kuşunun gözlerindeki huzurun kadifemsi hissini bırakıyor ruhuma adeta. Çıtırdayışlar; çiğnendikçe tadının yoğunluğu daha da artan bir yemek gibi, öylesine müthiş ki ağzı terk edip boğaza varsa bile o mayhoş, hafif buruk ama bağımlılık yaratacak denli leziz tadı devam ediyor katbekat artarak.
Yalnızlıktan bahsettim lakin yalnızlık dediğiniz tek başına olmak değildir tam anlamıyla benim için, benim yalnızlığımı paylaşan bir de torunum var. Biz bize yaşar gideriz huzur içinde. Birikimlerimle övünmeyi sevmem ama bu genç adamı yetiştirmeye fazlasıyla yeteceklerine eminim.
Ali, torunum, canımdan parçam, hayatımın neşe pınarı...
Oğluna benzerdi oğlum da. Ali’nin gözlerinde anılarım canlanır. Eski, güzel günler gelir kapımı çalar. Buyur etmemek de olmaz hani, severek kabul ederim bu kadim dostları ruhumun en güzel köşelerine.
Ali henüz çok küçük ama içim içimi yiyor. Biliyorum, bir gün gelecek ve o masum dudaklarının arasından annesiyle babası çıkıverecek. Eminim ve hazırlamalıyım bu duruma kendimi. Mutluluk ve huzur baki olamaz her daim. Olsun ister gönlüm lakin nihai olana engel olmaya yetmez gücüm. Ne yapsam boş, bir gün merak edecek ve ebeveynlerinin akıbetlerini soracak bana. Ben istemesem de anlatmayı, mecbur kalacak dilim doğruları aktarmaya o küçük, masum kulaklara.
Bu düşünceler kafamı kurcalarken bir kaçış yolu aradım, yerimde hafifçe kımıldandım. Eski, ahşap ev takırdıyor, gıcırdıyordu. Hele bir de rüzgar esmeye görsün. O zaman evin, toprağın bağrından sökülen bir ağaç gibi sürükleneceğinden korkarım. Neyse, şiddetli bir gıcırdama geldi sağ tarafımdan. Yavaşça doğruldum ve o tarafa baktım.
Vitrini gördüm. Geçmişimin barınaklarından biri, hatta en güçlüsüydü. Anılar, fotoğraflar, mektuplar hepsi oradaydılar. Ruhumu derin bir hüzün ve yanı sıra huzur kapladı. Hüzün kaybedilenlerimdi diğer taraftan huzursa o günleri yad etmemdi. Geçmişim mutluluklarla bezenmişti lakin her güzel anın bir sonu vardır ve o son beni anılarımdan uzaklaştırır hatta korkutur oldu.
Karasızlıklar içinde yürüdüm vitrine doğru. Hazır mıydım buna, bilmiyorum. Geçmişle yüzleşmek çok zordur, vicdanla yüzleşmek gibi. Lakin kararımı vermiştim, korkmaksızın ilerleyecek ve hatıralara gömülecektim kendi arzularımla.
***
“ Baba! Baba! Bak, yüzebiliyorum!” diye bağırıyordu biricik oğlum. Ne de mutluydum o sıralarda. Hayattaki en büyük aşkım olan maviyi benim gibi seviyordu oğlum da. Bundan öte bir mutluluk olamaz diyordum o zamanlar lakin hayat daha nicelerini gösterecekti ben bu durumdan bihaberken.
“Baba! Sen de gelsene suya! Çok eğlenceli! Aynı bana anlattığın masallardaki gibi!” diye bağırıyordu oğlum. Ama hiçbir zaman bilemedi o anlattıklarımın masallardan öte gerçek hayattan olduklarını. Bir çocuk hayallerle büyür. Nasıl ilkbaharda gövdesine su yürüyen bir çınar yaprak açar sevinçle, çocuğun da suyu, neşesi hayalleridir; yıkmamak lazım hayalleriyle temel attığı ve çok sevdiği kumdan kalesini.
Yavaş yavaş suya yaklaştım. Severdim delicesine ya, o gün hiç suya girmek istememiştim. Ama oğlum istemişti, kıramazdım. Zorla da olsa adımlarımı ardı sıra attım, su yavaş yavaş bacaklarımdan yukarılara ilerlerken.
Bir anda çığlıklar mutluluk timsali anımızı yok etti. Çığlık çığlığa kalan çocuk, şiddetle kollarını çırpıyor, bir şeylerden kaçmaya çalışıyordu. Hızla yanına gittim, kollarıma aldığım gibi kıyıya çıkardım oğlumu. Nefes nefese kalmıştı. Vücudunu saran ıslaklığın deniz suyundan mı terden mi olduğu belirsizdi. Korkudan gözleri fal taşı misali açılmış, yorgunluktan bitap düşmüş ciğerlerinden derin derin soluyordu.
Önce şöyle bir baktım, yaralanmamıştı. Güvendeydi. Onu korkutan her neyse artık çok uzaklarda kalmıştı. Düzenli solumaya başlayıncaya kadar, ağzımdan tek bir kelime çıkmadı onu yormamak için.
Sonra kendiliğinden anlatmaya başladı; “Bir şey geldi ayağıma sarıldı, kesti sanki ayağımı. Çok korktum. Neydi bilmiyorum ama beni suya çekiyordu. Zor kurtardım kendimi, neredeyse beni yakalayacaktı o canavar. Ama baba, sen hemencecik geldin ve o da korkup kaçtı!”
Bir çocuğun hayallerini kırmamak gerek ne olursa olsun. Belki bencilce davrandım, olsun. Hayallerine yol açtım ki gelişip büyüsünler, onun hayatını renklendirsinler diye. Şimdileri hala sorarım kendime doğru mu yaptım diye, hiç değilse pişman değilim ona anlatmamakla bir yengecin yahut öyle bir deniz mahlukatının ancak birkaç parça kesikten öte bir zarar veremeyeceğini.
O günden sonra uzun yıllar denize girmedi ama olsun, hayal dünyasında yeşerip dallandı, budaklandı. Hayallerini kaybetmemiş bir insan yetiştirdim. Düz düşünmeyen, gerçeğin altında yatanları hayal eden bir insan yetiştirdim. Mutluluğum bu durumdan ileri gelir.
Havuzlar yok muydu sanki? Belki Ankara’ya taşınışı ondandır, denize olan imkansız aşkındandır. Onu bu kadar severken ve onun gizemlerini keşfedemezken, keşfetmekten acizken acı çekiyor ve sessiz çığlıkları benliğini kaplıyordu belki de. Bilemiyorum, belki de onun da benim gibi bir mavilik aşığı olduğunu sadece hayal ediyorum, olsun. Hayaller olmazsa hayatın ne tadı kalır ki? Ben onun da benim gibi olduğuna inanıyor ve bu inancıma dört elle sarılıyorum.
Hem o da maviyi severdi. Aramızdaki tek fark onun aşkını uzaktan yaşamayı tercih edişiydi. Olsun, yaratıcılığından bir şeyler kaybetmek bir yana dursun, o fazlasını kazandı.
Vitrinin koca bir rafı kaleme aldığı hikayeler, denemeler ve romanlarla dolu. Ama ne yazık ki o şimdi soğuk bir mermerin başucunda dikili olduğu bir mezarda istirahat ediyor uzun bir süredir. Ve bu durum da böylece devam edecek. Ama hala mutluysam, bu mutluluk onun hayallerini yıkmadığım ve ona ölse bile ölümsüzlüğü yaşattırdığım düşüncesinden gelmektedir.
***
Sonra başımı hafiften yukarı kaldırıyorum ve torunumu gördüğüm o ilk güne rastlıyorum bir fotoğraf karesinin eskimişlik kokan, duyumsatan griliğinde.
Mutluluk hiç bu kadar yoğun olamazdı dediğim anlardan biriydi sanırım. Öylesine mutluydum ki ayaklarım yerden kesilmiş, göğün ak bulutlarla bezenmişliğinde süzülüyordum kanatsız bedenimle. Duygular yaşanmak içindir. Onları hak ettikleri gibi doyasıya, şiddetle yaşamak gerekir. Yoksa akvaryumdaki bir balıktan ne farkımız kalır ki? Ve o gün, hayatımda hiç olmadığım kadar mutluydum. Kan bedenimde hızla çark ediyor, suratımdan gülümsemem bir an bile eksik olmuyordu.
Tabi her şey geçicidir. Lakin, şimdi anlatması zor bu mutluluğu çünkü çokça hüzünler deşti geçti acımaksızın üstünden o güzel günlerin.
Yanlış hatırlamıyorsam bundan dokuz yıl kadar önce bir kasım sabahıydı. Kalbimde derin bir sancı duydum. Çaresizce olduğum yerde kıvrandım, düştüm. Elimi tutanım, kaldırıp bir bardak su verenim yoktu, yalnızdım. Hüzün sardı dört bir yanımı. Sanki sonum gelip bulmuştu o anda beni.
Ama olmadı. Hayat sıcaklığını çekmekten vazgeçti tenimden. Yaşamamı istedi garip bir amaç uğruna belki de. Kim bilebilir ki? O’nu işine aklı sır ermiyor bazı zamanlarda.
Sonra telefona sarıldım ve hayatın tenimden çıkmaya çalışıp da başaramayışını hayal ettim. Kısa süre sonra gelip ambulansa taşıdılar beni. Hastanenin beyazı içimi bunaltıyordu. Bir de sonsuz gökyüzünün derin, açık mavisi olmasaydı ne yapardım, bir Allah bilir!
Hemen kimlik bilgilerimden yakınlarıma ulaşmışlar. Çok yakınım yok zaten; oğlum, eşi, torunum...
Bana durumumdan haberdar olduklarını anlatan hemşireye biri seslendi. Elinde bir telefonla geldi bir başkası. Oğlum arıyordu. Bir dakika bile dayanamazdı. Duymak isterdi sesimi. Duydu ya rahatladı. İşleri varmış ama üç gün sonra gelecekmiş, öyle dedi. Ama eşiyle oğlunu hemen yanıma yollayacağını söyleyiverdi.
“Birlikte gelirsiniz” dedim dinletemedim. İlla da “onlar gelsin, yalnız kalma” dedi. Kabul etmek zorunda kaldım.
Gelmelerini istemiyor gibi yapmıştım ama içten içe mutluluk yayılıyordu hasta bedenime. Zannetmiyorum ki bir ilaç olsun, bu kadar erken tesir etsin bir hastaya ve böylesine mutlu ediversin yan etkisi olmaksızın.
Ertesi sabah gelinim hastaneden çıkış işlemlerimi yaptırdı. Birlikte eve gittik. Uçak yolculuğunu sordum, Ali çok sevmiş. Uçak yükselirken ağlar gibi olmuş ama hemencecik kendini uçmanın büyüsüne kaptırmış.
Maviye hayran bir nesil daha görmek ailemde, mutlu etti beni fazlasıyla; sonuçta göğün donuk mavisi de hayranlık uyandırıcıydı. Ama Ali evimin manzarasına da çokça hayran kaldı. Gözleri sürekli kayalıklara vuran dalgalarda ve dalgaların arasında bir yükselip bir alçalan martılardaydı.
Dalgaları bile hayran etmişti küçüğü, demek ki İstanbul’un sadece İstanbul olması yeter de artarmış aşık olmak için ona bütün kalbinle, bütün benliğinle...
Acıtıyor yazmak dahi. Nedeni basit çünkü hüzün yaklaşıyor. Hüzün tahmin ettiğimden de hızlıca vurdu beni. Havadaki donuk mavi kızıla vurdu, güneş batıyordu. Eskiler göğü kızıla bulanmış görünce korkar, çok kan dökülecek, acı gelecek derlermiş. Akıllı insanlarmış doğrusu. Bu kadar geliştiğimizi zannediyoruz lakin başımızın üzerindeki alemden ve onun gizlerinden haberimiz bile yok.
Oğlum o akşam gelecekti uçakla. O akşamdan bu yana uçaklara derin bir nefret besler oldum ve bu nefretim her geçen günle birlikte katlanarak artar oldu. Çünkü onu ölüme bir uçak götürdü. Belki haksızım, kinim ve nefretim boşuna ama ne yaparsınız, insanoğlu işte, suçu ille de birine ya da bir şeye atmak istiyor; suçluyum diyemiyor, kabullenemiyor. Tahmin etmekte zorlanmadınız sanırım, ama tahminler her zaman doğru çıkmaz. Aslında hayat nedenlerden ve onların doğurduğu sonuçlardan ibarettir.
Uzun lafın kısası, uçak tek parça halinde yere indi. Ama karanlıkta yapılan yolculuk ondan maviyi çalmıştı. Olsun, mavi her yerdeydi onu görmeyi bilenler için. Mavi güzeldir, acı vermez, ama kızıl öyle midir? Kızıl aşkın rengi olduğu kadar kanın da rengidir. İkisi de tarifi imkansız zevkler ve acılar tattırır. Siyahın hakim olması lazım olan o geceye kırmızı hükmetti. Hükmünün bayrağının rengi kandan geldi.
Eşi, onu hava alanından almak için benim arabamla yola çıktı. Mutluluk dolu bir karşılaşma yaşamış olmalıydılar üç gündür ayrı olan aşıklar. Ama yetmez mutluluk kanın kızılını perdelemeye. Kader bir kere yazmıştır tecelli edecek olanı. İki koca far karanlığı delerek, hızla onlara doğru geliyordu, geldi. Kaçmanın yolu yoktu. Her şey aniden oldu ve bitti. Hayat ırmağının iki müdavimi daha kızgın, kızıl güneşe dayanamayıp buhar oldu, O’na doğru yol aldı. Yazık!
***
Şimdi torunuma gerçekleri anlatmanın zamanı geldi. Hayallerine zarar vermez bunlar, aksine hayallerini şekillendirir. Bir insan her şeyden evvel öncesini bilmeli ki geleceğine ulaşabilsin. Ben ona geçmişini sunuyorum, geleceğini oluşturmaksa onun işi.
Ve bir gün gelecek mavi her yanımızı saracak. O gün geldiğinde burada bir yerlerde olup, belki de şu meşhur ırmağın kıyısında oturup, sonsuz zevk ve mutluluk kaynağı maviliklerimi izlemek dileğiyle...

Haydar Eren AKIN

EL-RAHN I.KISIM

Gün Batıyor Betonlarla Çevrelenmiş
Şehrimin Üzerinde

Yine bir gün daha batıyor beton kaplı sokakların ardından. Hayat da batan güneş misali yitikleşmekte onun için. Ama uzun zaman önce her şey çok daha güzeldi, hayattan zevk alırdı. Neden bilinmez artık soluk yüzlü ve acılar içindeymiş gibi bir izlenim vermekteydi. Aslında onun yaşadıklarına şahit olduktan sonra ben bu durumuna hak verdim. Lakin benim görüşlerim ne denli önem arz etmekte bilmiyorum. Bu hususta yapılabilecek bir tek şey var o da yazmak. Evet, kesinlikle öyle, yani yazmalıyım.
Hayat da batan güneş misali yitip gitmeden yazmalıyım. Ne zaman sonun geleceğini bilemiyor insan. Yazmalıyım. Duygularım kor haldeyken yazmalıyım ve o zaman ki gelecek, gerçek gün ışığına kavuşacak, bilinmeyenin ardında yatanlar güne merhaba diyecekler.
Anlatacaklarım öyle dünyayı yeni baştan yaratmaya yetecek türden şeyler değil. Ama bir can, teninde gizlenmiş bir can söz konusu. Bir can değil midir ki dağları, denizleri aştırır aşkıyla yahut korkusuyla.
Canım acıyor ama bu acı ne ki onun çektiklerinin yanında. Allah illa ki bir acı verecekse sana bunun bedeni bir acı olmasını rica et o yüce yaratandan. Allah bir insanı acılarıyla ve yanıp kavrulan ruhuyla imtihanlara sokmasın.
Artık insanlar kör ve sağır. Betonlarla sarmalanmış şehirlerimizde görmez olduk diğerlerini. Kapanan gözlerimizin ardında yaşayanlar, evet onlardan bahsedeceğim size. Başka şeyler de anlatmak isterdim tabi ama onları anlatan bol, istemediğimiz kadar lakin gereğince yaptıklarını da söyleyemem ya, neyse.
Uzun zaman oldu yazmaya başlayalı. Aşkı, sevinci, mutluluğu ve heyecanı tattım; çekinmeksizin yazdım. Ah! Allah’ım neden bana bunları yazma zorunluluğunu verdin. Karakter meselesi bir yerde de, dayanamam bu olayın yazıya geçmeden yitip gitmesine. Belki siz okuyanlar bu durumun bilincine varamayacaksınız lakin bir gün gelir belki ve o gün herhangi biri bu yazılan satırlardaki gizleri ve sakladıkları gerçekleri keşfeder.
Bu aynen harcayamayacağın kadar paraya sahip olmak ve onu bir sandıkla beraber gömmeye benzer. Aklımda yer eden oldukça hikaye var ve yenilerine yer açmak için yahut onları ölümsüz kılmak için yazmalıyım.
Kelimeler ardı sıra geliyor aklıma. Hepsi karmakarışık. Nereden başlayacağımı kestiremiyorum. Ama başlamalıyım. Bitiremeyecek dahi olsam başlamalıyım.
Bundan sonrası bana değil ona ait. Ben onun yazdıklarında ve söylediklerine şahitlik ettim. Durumun önemini kavramanız açısından ve yazdıklarımda kurgunun yer etmediğini size yetersiz de olsa ikna etmeye çalışarak başladım. İnanın doğrudan hikayeyi de anlatabilirdim ama onun sadece zihnimden gelen bir kurgu olduğunu düşünmeniz şiddetle mümkün olurdu.


El-Rahn


“ Bana bildiklerini anlatmanı istiyorum kısacası!”
“ Neden?”
“Onlara ihtiyacım var. Her birine, her bir kelimesine ihtiyacım var. Benim ben olabilmem için onları bilmeye ihtiyacım var. Ve sen, ancak sen beni ben yapabilirsin.”
“Sana hiçbir şey anlatamam.”
“Anlatmak zorundasın.”
“Git buradan ve bir daha da gelme. Sana verebilecek hiçbir şeyim yok.”
“Hayır, var. Bana anılarını ver. Seni ıstırabından, beni de sonu gelmek bilmezmiş gibi uzayan arayışlarımdan kurtaracak anılarını ver bana. Yeter artık, ver onları ve bir ruha huzur vermiş olmanın mutluluğu yaşa, geçmişin karanlıklarından sıyrılırken.”
“Sen bana huzuru vaat edemezsin. Sen ki huzura kavuşmaktan aciz olan, terk et evimi. Ve seni evime kabul etmekle yaşadığım pişmanlığın kat ve kat artmasına bir dur de!”
Nasıl olur da bana gitmemi söyler aptal bunak. Anlamaktan da aciz, yapabileceklerimin önünde bir duvar gibi set çekerken nasıl olur da ilmimde ilerleyebilirim ki? Düşün ey zavallı, düşün. Nasıl bir yol bulabilirim de bu sıkıntılardan arındırabilirim bedenimi ve ruhumu.
Yok, hiçbir yol yok. Çıkmazlarımda hapsetti beni. Ve o, rahatlıklar içinde. Haksızlık bu, mutlaka bir yol olmalı.
“O zaman bana bir isim ver, arayışlarımın temelindeki arzulara yön verebilecek.”
“Bir isim istiyorsun başına musallat olmak için, o zaman ben de senin başına musallat olsun diye veriyorum ey yoldan çıkmış, arzunun ve hırsız kölesi olmuş kafir. El- Rahn! Bu ismi üç kez söyle ritüelince ve gerekenleri yap! Biliyorsun. O sana belki arzularının dindiği anı yaşatabilir, ama canını da alabileceğini unutma ey zavallı, unutma!”
“Acıyla kavrulan cana can denmez ey bunak, aç gözlerini de bak. Kimi kandırdığını zannediyorsun sen!”
“Ne oluyor öyle?” diye şaşakaldı zavallı ihtiyar, karşısındaki adamı değişimine şahit olurken. Karşısındaki adamın sırtından iki kanat peydahlanıvermişti. Kanatların pis görünüşleri yavaşça yerini asaletin siyahlığına bıraktı. Teni bronzlaştı adeta ve gözleri donuklaştı.
“Adımı söylememen gerekiyordu ey zavallı ihtiyar!”


Karanlıkların Kaçırdığı Uykularda
Ararlar Hala Mutluluğu


“Ah! Allah’ım! Allah’ım bana güç ver! Bana güç ver ya rabbim! Acılarımla baş etmekten acizim bundan gayrı. Acılar tenimden öte ruhumdan iyileşmesi olanaksız olan uğursuz yaralar peydahladı. Ve tek kurtuluş sende Allah’ım. Yardımını esirgeme şu zavallı kulundan.”
Sesler aralıksız geliyorlardı. Bir an bile kesilmek bilmiyorlardı. Tek göz gecekondusunda sabah gelmeyecek, gelemeyecek kadar uzaktı sanki. Çok uzaktı gün ışığı ona, çok. Hava kararalı bir saat ya olmuş ya olmamıştı. Geceler ona hep zor gelirdi zaten. Ne bir uyku tutmuştu gözleri ne de bir damla huzur bulmuştu zavallı bedeni. Geceler uykusuz, geceler huzursuz, geceler acıya gebe...
Uzaklardan bir çakal uluyordu. Derinden bir ulumaydı bu, insanın kulaklarından ruhuna akan ve oradan da bedenine soğuk bir beton gibi çöken bir ulumaydı. Biz göremez olmuştuk onları ama hayvanlar görür, koklar, duyar yani hissederdi onları. Hayvanlar, küçümsediğimiz hayvanlar bile daha çok şeyi görür oldu son zamanlarda. Ve biz git gide köreldik, körleştik.
Evinde yapayalnızdı. Zaten o hep yalnızdı. Ne sevdiği, ne seveni vardı onun; yapayalnızdı. Ulumayı işitince anılar dalga dalga hücum etti zihnime. Anılar sardı dört bir yanını aklımın. Ruhum şimdiden kopup anıların akışına kaptırmıştı artık kendini.
Bir rüya gibi başladı her şey ama bu ne bir rüyaydı ne de bir kabus; bu gerçeğin ta kendisiydi. Doğduğu günü, bebekliğini hatırlayamazdı ama bilirdi, ona anlatılmıştı. Ona bebekliğini Zeynep Ana’sı anlatmıştı. Öz annesi değildi ama öz annesini tanısa bile ancak bu kadar sevebilirdi bir kadını anne diye.
Doğduğunda ay tutulmuş. Gece kandiller yakmış adeta. Yıldızlar hiç olmadıkları kadar yoğun bir ışıkla parıldamış, nurlarını yeryüzüne cömertçe dağıtmışlar. Ay yüzünü saklamış, bakamamış doğumuna. Zeynep Hatun ebesiymiş kızın. Köy halkının sevip saydığı bir zatmış. Sözü dinlenir, zorda kalana elinden geldiğince ki çokça da gelirmiş, yardım edermiş.
Kırkını geçmiş, yaşlıca bir kadınmış. Yaşı değil yaşadıkları yaşlandırmış onu. Onun gözleri görürmüş. Görmekten maksadım iyi saatte olsunlardır. Onlar da insan gibidir, iyisi de kötüsü de var demiş idi zamanında küçük kıza. Hala aklındadır anasının sözleri.
Bir gün gelmiş, kız artık büyümüş. Merak etmiş anasına, babasına ne olduğunu. Zeynep Ana’sına sormuş. Sormaz olaymış. O zaman bu kadar korkuya kapılmazdım diye düşündü Ayşe. O zaman gölgelerden bu kadar korkmazdım diye düşündü Ayşe. O zaman, bedensiz ayak seslerinden ve gözsüz bakışlardan bu kadar çok korkmazdım diye düşündü Ayşe.
Kuru tahtanın üzerinde bir ayak sesi geldi. İrkilerek döndü soluna. Yere bakıyordu. Tozların arasından bir ayak izi peydahlanmıştı. Bu bir keçi ayağıydı...



Gün Doğmak Bilmez Olduğunda
Bil Ki Onlar Gelmişlerdir


“Burada olduğunu biliyorum. Hep buralardaydın, bunu da biliyorum. Hep beni izledin, bunu da biliyorum. Görün artık gözlerime aklımı yitiriyorum. Deli diyorlar bana inanmıyorum. İnanmak istemiyorum, hissediyorum. Buralarda bir yerde durmuş sessiz sessiz beni izliyorsun, bilmiyorum mu sandın? Biliyorum.”
Zavallı kız, odanın içinde dört dönüyordu. Gecenin köründe ne bu gürültü diye ayaklanıyorlar ama yapacak bir şey yok. Kabullenmek zorunda kalıyor bazen insan, kabullendirilmek zorunda kalıyor.
“Buradasın, gel, görün gözlerime. Beni deli zannediyorlar. Değilim, sen de biliyorsun. Al, götür beni buralardan. Kalmak istemiyorum. Nereye gideceğim fark etmez, tımarhaneye girmek istemiyorum. Biliyorum, oraya da gelirsin ama kabullenemiyorum. Gözük artık, yeter!”
Bu gece zaman geçmek bilmiyordu. Ay tutulmuş, gece karanlığıyla yeryüzünün baştan aşağı sarıp sarmalamıştı. Vazgeçmeye de niyeti yoktu hani.
Bundan yıllar öncesiydi başladı sanrıları kızcağızın. Annesi, üstüne titrerdi lakin nafile. Aklı bir kez yerinden firar etmişti. Ne yapsan boş, aklı uçuvermişti. Boş boş duvarlara bakar, görünmeyen misafirleriyle konuşurdu. Bazı görünür bazı görünmezlerdi misafirleri lakin o hep konuşurdu. Evet, insan olanlar görünürlerdi. Ama zamanla onlar da gelmez oldular onun yanına.
Annesi ne yaptıysa boşuna, onu hayali konuklarından ayıramadı. Doktor mu? Gidilmedik kalmadı ama nafile. Baktılar ya tımarhane ya ev; evinde kalsın istediler. Ama ne bilsinler başlarına aldıkları bu belanın ne denli büyük olduğunu. Çareyi falcılarda, büyücülerde aramaya; o da olmadı.
Annesi yatağında doğruldu, kızının odasından gelen sesleri dilemeye başladı. Hep konuşurdu kızı nöbetlerinde. Çok sık olmazdı lakin şiddetli olurdu nöbetleri. Hele şu son iki haftadır gözüne uyku girmez olmuştu sanki kızın, geceler boyu dolanır dururdu odasında. Odanın zemini arşınlanmaktan bıkmış usanmıştı bir o vazgeçmedi bu sevdasından. Bazen alçak, bazen yüksek sesle düşünür, konuşurdu. Hep birisi ya da birileriyle konuşurdu ama hiç cevap geldiğini duymamıştı.
Hocanın biri, cinler musallat olmuş dediydi de telaş ve korku sardı bedenini. Ne yapsa bilemedi. Girmeye dahi korkar oldu odasına. Cin musallat oldu muydu anasını bile tanımaz, tek kaşık suda boğuverirmiş diye çalındı kulağına. Acı dolu feryatlar etmeye başladı kız. ne yapsa bilemiyordu.
Sonunda kızın babası dayanamadı, kalktı. Kızının odasına doğru yöneldi.
Kız, çığlık üstüne çığlık atıyor, ciğerleri adeta paramparça ediyordu. Annesi korkudan ne yapacağını şaşırmış odanın kapısından çıkan kocasına bakıyordu. Gitme, diyesi geldi ta dilinin ucuna dek lakin diyemedi.
Beş dakika ya geçmiş ya geçmemişti sesler bıçak gibi kesilivermişlerdi. Kadının iliklerine kadar bir korku dalgası yayıldı. Ne yapsa boştu. Zaten kıpırdayacak takati dahi kalmamıştı. Dizlerinin bağı çözülmüş, oturduğu yerde kalakalmıştı.
Gün doğmak, sessizlik bozulmak bilmiyordu. Gücünü topladı ve kızının odasına yöneldi. Bir iki kez kocasına seslendi ses gelmedi. Cinler mi musallat olmuşlardı acaba kızına, kocasına. Kocasının kalbi vardı, yığılıp kalmıştır diye düşündü, telaşlandı. Hızlandı adımları, odanın kapsısına vardı. Kapıya elini atmasıyla çekmesi bir oldu. Kapı alev gibi yanıyordu ama ne bir kızıllık ne de buhar görünüyordu. Eli sızlamaya başladı. Ayağıyla ittirdi. Terliğin lastik ucu kapıya yapıştı. Ayağından attı terliği. Korku, bedenine hükmediyordu artık. Ama nereden geldiği bilinmez bir cesaret onu hareketlendiriyor, adım üstüne adım attırıyordu.
Atmaz olaydı o adımları...
Oda bomboştu daha önce hiç kimse olmamışçasına...



Hayat Zannedildiğinin Aksine
Acımasızdır Her Daim



“Pişman değilim!”
“Demek pişman değilsin Ademoğlu! İlginç biri olduğunu mutlaka sana söylemişlerdir bu güne değin. Ama ne gibi bir belayı başına musallat ettiğinin farkında olmaktan acizken, pişman olmayışın ne kadar da ironik doğrusu.”
“Benden alabileceğini aldın, geriye bir canım kaldı. Onu da al istersen, ne fark eder ki bu dakikadan sonra? Al hadi, durma! Kanım ellerine bulaşsın bir daha çıkmamacasına. Ve şunu bil ey hilkat garibesi; ben hiç değilse bir insanım ve onun sevdiği kulu olarak yaşadım, yaşıyorum ve gerekirse böyle de öleceğim, fark etmez. Ama sen, evet, sen hiçbir zaman huzura erişemeyeceksin. Durma ey ifrit, al canımı ve başına gelecek korkunç akıbetin alevlerini biraz daha korla!”
“Aptal beni adem, hepiniz aynısınız! Hayattan ne kadar da kolay geçebiliyorsunuz. Ey Allah’ım gör şu gözde kullarını! Bizlere kafi görmediğin dünyayı verdiklerin, orada yaşamaktan dahi acizken nasıl olur da dünyamıza ortak koştun bu zavallı haşeratı?”
“Allah inananlarladır!”
Devasa kollarından birini kaldırdı ve zavallı adamcağızı tek vuruşta ezdi. İfritin gözleri kibir ve intikamla parlıyordu. Onun intikama susuzluğunu nice ölümler dindirememişken, bunun dindirmesi olası değildi. Arkasını döndü ve arkasında kanlar içinde yatan insanın dediklerini düşünmeye başladı.
Artık ne fark ederdi ki? O, ölmüştü. İster cennete gitsin isterse de karanlıklar kaybolsun fark etmezdi, şimdiye kadar da fark etmemişlerdi zaten. Onlar önemsiz yaratıklardı. Temizlemek lazımdı dünyayı. Eskisi gibi cin ırkının olduğu ve hüküm sürdüğü bir diyar olmalıydı. Azazil’in hüküm sürdüğü, Azrail’in insanı yaratmak için bir parça çamuru Allah’a taşımak için yere ayak basmadan önceki günler gibi olmalıydı.
Bunun için çalışıyordu...
Çabasının boşa olduğunu düşünmüyor değildi bazı bazı ama o hayata dört elle sarılmışsa amaçlarının sonundaki huzuru tattırmak içindi ruhuna. Sokağı döndü ve kayboldu bir binanın içine girerken. Kim bilebilir ki bir sonraki kurbanın kim olacağını. Aslında hepsi aynıydı, bir yerden başlamak gerekti sadece fazla göze batmadan. Yılların deneyimi sayesinde de ölümleri gölgelemeyi öğrenmişti. Mesela deminki adam, cüzdanındaki beş kuruş için öldürülmüştü başka bir Ademoğlu tarafından...



Aşk Bir Yalandan İbaretti
Onlar İçin


O sabah erken kalkmıştım. Elime rasgele bir gazete aldım gazetelikteki tomarın içinden. Orta sayfalardan birindeki garip bir habere gözüm takıldı. Gasp edilmiş ve ardından da hunharca katledilmiş bir zavallının resmi; altında da oldukça klişe görünen metni. Gazete şöyle diyordu;
“Dün sabaha karşı üç sularında kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce öldürülen adamın kimliği henüz bulunamadı. Vahşice katledilmiş cesedin ceplerinin öldürüldükten sonra boşaltıldığı ve içindekilerin çalındığı polis tarafından söylenirken para uğruna bu denli korkunç bir eylemin yapıla geldiği şehrimizde hayat güvenliği sorunumuzu gazetemiz olarak bir kez daha hükümetimize, polis teşkilatımıza sizlerin huzurunda dile getiriyoruz.”
Oldukça tiraj yapmış olsa gerek bu yazılarla. Manşet de oldukça ilgi çekiciydi; “İstanbul’da Dehşet”. Ama içimden bir ses bana gerçeğin bu kadar basit bir gasp eyleminden fazlasını sakladığını fısıldıyordu. Son günlerde bu tip haberler fazlaca yaşanır olmuştu şehrimizde.
Anlamakta güçlük çekiyorum doğrusu. Ne oluyor da bu insanlar böylesine sapkın eylemleri yapmaya itiliyorlar? Akıllarından geçenleri anlamaya çalışmak bir yana dursun, bunları yapacak cesareti nereden buluyorlar, anlayamıyorum ne yazık ki. Belki de beyaz ticaretinin önemli duraklarından birinde olmamız bunun sebebidir. Olası bir sonuç tabi.
Bu gün çok ama çok mutluyum her şeye rağmen. İçimde filiz veren ve dallanıp budaklanan mutluluğumun yaprak vermesini değil bu haber bir katliam bile önleyemez. Geleceğin ne getireceğini bilemezsin sonuçta ama hayaller, inançlar ve umutlar olmadan da gelecek günler mana taşıyamazlar.
Benim için çok önemli olan biriyle görüşeceğim bugün. Bir arkadaş, şimdilik. İçimden hızla kabaran sıcaklığı hissediyorum tüm uzuvlarımda aniden. Onu tekrar görecek olmanın verdiği mutluluğun yerini alabilecek bir mutluluk hatırlamıyorum şu güne dek yaşanmışlıklarıma bir göz atınca.
Aşk ne zaman gelir anlayamaz insan. Anlaması da mümkün değildir galiba. Bu anlık bir histir. İnsan bir başkasında hoşlanır, sonra aradan biraz zaman geçer ve o alevli duygular yerini şubat yellerine bırakır. Ama ne pahasına olursa olsun aşk, yaşanmaya değerdi. Yaşamayan anlayamazdı bu tanrı vergisi nimeti ve laneti...
İyiliği ve kötülüğü bünyesinde harmanlamış bir şeydi aşk. Anlatılması zordu. Nasıl olurda bu kavramı üç harfe sığdırıp dillere dolayabilmişler hayret ederim. O, kelimelerle, sonsuzmuş gibi uzayıp giden satırlarla anlatılası bir şeydir. Evet, bir şeydir. Ona ne bir duygu ne de başka bir üst başlık bulamazsın, bulsan da onu başlıklara sığdıramazsın. O, tektir. Aldığın nefes gibi ihtiyaç; nefesteki kokular gibi bazen iyi bazen berbattır. Acıyı da çektirir, mutluluğun alasını da yaşatır.
Bir an aşık mıydım diye düşündüm, emin olamadım; o zaman aşık değildim, değilim. Belki olacağım ama. Kim bilebilir ki ne olup biteceğini ilerleyen günler ve geceler boyunca. Bilinmez, bilinemez.
Kapıyı araladım ve kendimi dışarıdaki dünyaya bırakıverdim. Çaresiz ve yapayalnızdım gelip geçen insanlar arasında. Her yanımdan onlarca suret geçmekteydi. Kimini tanıyor yahut tanıdığımı sanıyor kimini de tanımıyordum ki tanımadıklarım oldukça fazlaydı. Gelip geçenler değildi beni mutlu kılan. Şehrimdi, ben belki de yaşadığım şehre aşıktım.
Tarih kokan semtlerde dolaşmaya bayılırdım. Hisseder ya da hissetmeye çalışırdım duvarlara kazınmış duyguları. Yıllara nispet ayakta kalmış harikalara bakmaya doyamaz, dolaşırdım sokak sokak şehrimi. Evet, benim şehrim. Burası kesinlikle benim şehrimdi. Her karışına aşık olduğum İstanbul’um. Seni kirletiyorlar ama, dur diyorum sesimi dinletemiyorum ey sevgili yarim İstanbul.
Kimler senin bağrına bunca derin yarayı peydahladı. Hangi soyu bozuklar, anlat bana ey sevgili yarim İstanbul. Kim senin yüzüne kırışıklıklar kondurdu. De bana birer birer. Eksik etme bir tek kelimeni bile. Sakın çekinme benden, ben ki senin sadık yarınım, gel de yarenlik et şu gönlü yaralı yalnız aşığına.
O, karşımda. Kısacık bir etek giymiş. Hava güneşli. Hem hava hem de o, içimi fazlasıyla ısıtmaya başlattı. Aklım başımdan gitti adeta onu görünce. Bu aşk değil. Ben onun hayaline değil bedenine yanıyorum. Kandırmamalıyım kendimi, saplanmamalıyım boş ümitlerle. Aşkın denizlerine açılmama daha çok var. Olsun, gerekirse yıllar olsun ama aşk benim olsun. Bir ömrü heba etsin ama aşk benim olsun.
Gençliğimde gelsin ama. Kan damarlarımda halen hızla çark ederken gelsin ve doyasıya bir ömür geçirelim, aşkların en güzeli kalbimde ve gözlerimin baktığı her yerdeyken.
O da bana bakıyordu. Neler hissediyordu acaba diye geçirdim içimden, cevap bulamadım sorularıma. O, bağımlı kaldığım bir aşk değildi ama hoşlanmadım da diyemem onunla göz göze olmaktan. Ceylan gözlü narin bir güzellik ürkekçe karşımdaki sandalyede oturmaktaydı. Sessiz ve derinden beni süzüyor, korkuyor belki de çekiniyordu. Bir belgesel sahnesiydi adeta. Bir yırtıcı rolünde hissettim o an kendimi. Beni yansıttığına inanmasam da memnundum yeni rolümden. Avımı dikkatle inceliyor, zayıf yanlarını bulmaya çalışıyordum.
Saldırmak için en uygun zamanı kollarken, yavaşça yerinden kalktı. Tuvalete gitmesi gerektiğini nazikçe söyledi ve bir kuğu gibi süzülerek ilerledi. Şiir gibi bir gidiş. Sen böyle git yarim, ben sana bakmaya doyamazken cehennemin kapılarından bile geçerim. Gidişin beni sarhoş etti, kim bilir dönüşün neler vaat edecek şu pır pır atan kalbime.
Dakikalar ardı ardına geçiyor ama o gelmiyordu. Bekleyişim çok uzun sürmedi meraklandım ardından ilerledim. Garsona tuvaletin yerini sordum gösterdi. Ama bir tuhaflık vardı. Adam benden gözlerini kaçırıyordu. Anlayamadım. Neden böyle davrandığını ama olsun, hemen bayanlar tuvaletine vardım. Tuvaletten çıkan genç bir hanımefendiden içeriye bir bakmasını rica ettim, durumu izah ettikten sonra.
Kadın birkaç saniye sonra çıktı. Şaşkın bakışlarla tuvaletin boş olduğunu söyledi. İnanamadım, girdim kendim baktım. Boş hem de bomboştu. Hızla geri döndüm masaya, boştu. Boşluktaydım. Ellerim, ayaklarım boşaldı sanki. Kendimi en son düşerken hatırlıyorum. Şimdi mi? Boş verin. Ne önemi var ki?

O SENE HİÇ KAR YAĞMADI

O SENE HİÇ KAR YAĞMADI


BİRİNCİ BÖLÜM

Anılar bizi rahat bırakmazlar. Ne kadar iddialı olursanız olun, aklımda yer etmiş bu düşünceyi değiştirmeniz sizin açınızdan gerçekten zorlayıcı olur. Sebeplerim var çünkü, beni rahat bırakmayan anılarım var çünkü. İnsan yaşamadan anlayamaz, bilemez hatta hissedemez derler ya –kimin dediğinin ne önemi var ki bu arada-, yanılmıyorlar.
Çok zaman geçmedi anlatmak istediğim günden bu yana. Güzel bir gündü ama öyle olmaması gerekiyordu. Kar yağmalıydı. Yağmak zorundaydı. Henüz bir öğrenciydim ve karın yağmaya başlaması demek, okulların tatil olmasıyla eşdeğerdi. İstanbul’da yaşıyorduk çünkü. Ne kadar uğraşsalar da bu durumun önüne geçemiyorlardı belediyeler, çaresizlerdi onlar da belki de. Geçememeleri de tabi ki beni ve benim gibi binlercesini mutlu ediyordu.
Ama o sene ne olduysa oldu ve şubat ayının ortalarında olmamıza rağmen neredeyse bir tek kar tanesi bile düşmedi. Bir gün bile kar tatili yapamadık. Ülkenin dört bir yanında kar yağarken, Tanrı şehrimizi es geçiyordu adeta. Ve anlayamıyordum neden bunu bana yaptığını. Tabi bir sebebi vardı onun da kendine göre ama sınırlı kapasiteli beynimle, kendi açımdan bir anlam arıyordum çaresizliğimin soğuk sessizliklerinde. Belki de benim sorunum buydu, hiçbir şeyi oluruna bırakmayışımdı. Her zaman nedenlerle boğuşmamdır belki de sıkıntılarımın kök saldığı toprakların koyu kahverengi rengine renk katan minerallerim; düşüncelerim.
O gün artık canıma tak etmişti. Bir tek kar tatilinin bile olmadığı bir yarıyıl geride kalmış, bir diğeri de başlamak üzereydi. Ama benimle değil, evet benimle birlikte başlayamayacaktı bu yarıyıl, bundan emindim ve emin olmamın ardında yatan sebepse oldukça basitti; okulu kıracaktım.
Okumaya aşık bir insanın boş vaktini anlamlandıracak mekanların sınırlı olduğu bir coğrafyada yola koyuldum. Keşfedilmemiş diyarları ve oralarda geçen esrarengiz olayları konu edinen hayatları bulmak amaçlarıyla daldım sayfaların insanı derinden etkileyen, eskimişliklerini burnumun direğini sızlatarak belli eden hudutlarına.
Binlerce okunmayı bekleyen kitabın öne çıkma, kendini belli etme ve okuruna kavuşma mücadelesine tutuştuğu bu diyarda seçimler çok önemlidir. Buradaki kitaplar, herhangi bir kitapevinin raflarında görmeye aşina olduğunuz türden eserler değillerdir. Buradaki kitaplar eşlerine nadir rastlanır özel kitaplardır. Ve o kadar çoklardır ki insan kendini kaybedebilirdi okumaya olan bu derin aşkın yoğun tesiriyle.
Çoğunu almaya niyetlendim ama bir tekini bile alamadım, bir şekilde okuma arzumu alevlendirememişti o ana kadar üstün körü incelediklerim. Nedendir bilinmez hüzün kapladı yüreğimi, onlar kim bilir ne hayallerle kaleme alınmışlardı? Kim bilir onları yazanlar nelerin peşindeydiler? Belki ün belki de para, kim bilebilir ki?
Ama oradan çıkmaya ve eli boş geri dönmeye karar verdiğim sırada o kitabı gördüm. O, kaygılardan uzaktı. O, okunmak istemiyordu. O, okuyucuya saldırmıyordu. Kim bilir yazarı ne amaçlar gütmüştü derken elime aldım kalın kahverengi, bordo karşımı bir renkte olan deri ciltli bu eseri. Üzerinde bir iki kelime yazıyordu altın renkli harflerle bir zamanlar ama artık onlardan geriye sadece silik birkaç kelime hatta harf parçacığı kalmıştı.
Bu bir günlüktü. Ama uzun zaman önce meraklı kimselerce yayınlanmış bir günlüktü yahut belki de bu şekilde yazılmak istenmişti yazarı tarafından. Neyse, önemli olan benim ilgimi çekebilmiş olmasıydı. Artık ne yapacağımı düşünmek zorunda değildim kendime armağan ettiğim bugün süresince.
Fazla insan tarafından bilinmeyen bir mekandı gittiğim yer. Oturup düşünmek ya da bir şeyler okumak için ideal bir yerdi benim açımdan böyle bir günde. İki garsonu vardı, ikisi de yirmili yaşlarında kızlardı. Oraya çok sık gitmesem de beni tanırlardı ya da tanıyorlarmış gibi davranırlardı. Belki de bu tenha mekana pek müşteri gelmediğindendir beni tanıyışları. Ama bugün ne istediğimi sormaya gelen garson ayrı bir güzel gelmişti gözüme, nedenini bilmiyordum ve artık nedenler üzerinde de durmak istemiyordum. Hayat güzeldi, yaşanmaya değerdi.
Orta şekerli bir Türk kahvesi rica ettim. Sonra kendimi yabancı bir ülkede hissettim, neden Türk kahvesi demiştim ki, aslında neden Türk kahvesi diyorduk ki? Yine nedenler yine, bitmez mi bu nedenlerim? Belki de onlar biterse ben de biterdim. Neyse, düşüncelerimin puslu yollarında oradan oraya atlaya durduğum sırada garson kız kırıtarak kahvemi getirdi. Koyu kahverengi gözlerinin derin bakışları üzerimdeyken, aklından neler geçtiğini gerçekten merak ettiğimi söyleyebilirim. Birkaç saniyelik bakışmanın ardından gitti.
Kitabımla yalnızdım. Kitap, ısrarla ellerime gelmek istiyor, satırlarını gözlerim vasıtasıyla aklıma işlemek için sabırsızlanıyordu. Eski kitaplar kokarlardı. Ne kadar güzel olurlarsa olsunlar, kokan bir kitabı zevkle okuduğumu hatırlamam bugüne dek.
Gözlerim kitabın kabında sabitlenmişlerdi. Kahvemden yudumlamaya başladım. Kahvenin damağımda bıraktığı o hoş tadı hiç bir şeye değişmeyeceğimi geçirdim içimden. Ve her yudumu alışımdan evvel, o mis kokusunu ciğerlerime hafif soluklarla çekerdim. Kahve içmek bir sanattı. O küçücük bardaklarda saklı tatları ve kokuları kaybolmadan yakalayabilmek bir ustalıktı. Bu konuda oldukça deneyimliydim ancak kendimi bir usta olarak addedebileceğimi zannetmiyorum ne yazık ki.
Düşüncelerimin seline kapılıp gitmekten korkarak kitabın ilk sayfasını okumaya başladım. Anlaşılması oldukça güçtü, oldukça eski bir zamana ait olmalıydı. Eski İstanbul Türkçesi hususunda pek yetenekli olmadığımdan bu işin biraz yorucu olacağını tahmin ettim ve bir anlık sıkıntıyla kendimi kitaptan ayırdım adeta. Şimdi sudan çıkmış bir balıktım sanki. Çırpınışlarıma tanık olamıyordu kimse, içten gelen çırpınışlardı bunlar.
Bunlara şahit olması imkansızdı. Ama sanki içinde bulunduğum durumdan beni çekip almak istiyordu. Ruhumu huzura kavuşturmak ister gibi bakarak bana yaklaştı garson kız. Belki de ben onu böyle bir kurtarıcı olarak tasavvur ediyordum, olsun ne önemi var ki, sonuçta içten gelen bir gülümsemenin aydınlattığı ve bana kadar ulaştığını hissediyordum. Adeta kızın bedeninden yayılan bir çeşit sıcaklık beni huzura kavuşturuyordu. Bilmiyorum ama bu kızın beni derinden ve sarsıcı bir şekilde etkilediği aşikardı.
Belki de yalnızlığın tesirindeydim. Arayışlarım beni bu kadar çaresiz kılmış olmamalıydı. Hayır, kesinlikle bu kızda farklı bir şeyler vardı. Gülümsemesi, bakışları ve içimi ısıtışı kesinlikle onu diğerlerinden farklı kılıyordu.
Sonra gelip boş kahve fincanımı aldı ve yine gülümseyerek mutfağa doğru ilerledi. Aramızda merhabalaşmaktan başka bir muhabbetin geçmediğini anımsayarak boşuna o kızla ilgili hayaller kurmakta olduğumu düşündüm. Vazgeçmeyi denedi, olmadı. Olsun, o hep hayallerimde var olsa da, hayallerime kimsenin karışabileceğini zannetmiyorum benden başka.
Her zaman kitapları incelerken kapağına ve ilk birkaç sayfasına bakardım. Şimdiye kadar, daha doğrusu o güne kadar sahip olduğum bu alışkanlık sayesinde belki de hayatımdaki en büyük heyecanı tatma fırsatını yakalamış oldum. Kitabın sıkıcı gidişatı ve anlamsız sözleri beni adeta boğacaktı ve içimden şöyle bir sayfaları karıştırmak geldi. Ama yapamadım çünkü sayfaları bükmemi engelleyen bir katman vardı muhtemelen sayfalar arasında bir yerlerde, bu arada kitap, hani şu gazetelerin bir zamanlar kuponla verdiği kırmızı britannica ansiklopedileri büyüklüğündeydi ama içinde daha fazlasını saklıyordu. Adeta sayfaları kesilmiş ve içine neredeyse yarı yarıya küçük siyah deri ciltli bir defter yerleştirilmişti.
İşte bu fazlasıyla ilgimi çekmişti. Kitap üzerinde yoğunlaşamayışım ve garson kıza karşı hissettiğim garip duyguların kapladığı yeri bu siyah deri ciltli defter hemencecik fethetmişti. Onu özenle uzun zamandır saklandığı bu delikten çıkardım. Nazik hareketlerle dışını inceledim en ufak bir iz bile yoktu, kelimeler bir yana dursun.
Garip bir mutluluk, heyecanla karışmıştı ruhumda. Dikkatle ilk sayfasını açtım. Beklediğimin aksine akıcı ve modern bir Türkçe ile kaleme alındığını fark edip biraz hayal kırıklığına uğradım. Ama hemen daha da mutlu olmam gerektiğini anladım, bu bir öykü derlemesiydi, hem de elde yazılmıştı. Her öykünün bir tarihi vardı; yazılmaya başlandığı ve yazımının sona erdiği tarihlerdi bunlar. Ama yazarına dair en ufak bir bilgi dahi bulamayışım beni biraz daha meraklandırdı. Kimindi acaba bu defter? Kim öykülerini böylesine sapkın bir yola başvurarak saklamak isterdi ki?
Aradan birkaç saat geçmişti, minik öykü defterimin son yaprağını da çevirip kalın siyah cildini kapattım. Aşağı yukarı bir cep kitabı büyüklüğündeydi ve yaklaşık yüz sayfaydı. Yanlış hatırlamıyorsam ki hatırlamadığıma neredeyse eminim on dört adet öykü barındırıyordu. Öyküler bir insan hayatında en fazla pay sahibi olan birkaç duygunun ağına takılmışlardı adeta. Korku ve aşktı öykülerin temellerinin dayandığı sağlam zeminin iki devasa katmanının adı. Ve bu temellerden yükselen dev malikanede yalnızlık, tereddüt, mutluluk, dostluk, kardeşlik, şüphe, telaş adlarında binlerce oda ve salon bulunuyor ve daha niceleri başka adlarla bulunmayı, belki de keşfedilmeyi bekliyorlardı gizlendikleri köşelerinden.
Saatime baktığımda havanın çoktan kararmış olduğunu anladım ve telaşa kapıldım. Bugün rahatsız edilmek istemediğimden telefonumu kapatmıştım, bahanem basitti; cep telefonumun bataryası yine bitmişti. Bunları düşünmekten ne kadar hoşlanmasam da birkaç bahane daha bulmalı ve eve bunları da yanıma almayı unutmaksızın dönmeliydim.
Bu saatlerde, bu civarların pek tekin olmayacağını var sayarak garson kızlardan birinden, bir duraktan taksi çağırmalarını rica ettim. Yine o masum ve içten gülümsemeyle aynı garson kız bu işle ilgilendi. Hesabı istedim ve paranın üstüyle birlikte, bir zarf getirdi. Tam ona bu zarfın da neyin nesi olduğunu soracakken taksimin geldiğini ve beni oraya tekrar beklediklerini nazikçe söyleyerek kapıya kadar eşlik etti.
Adeta kelimeler düğümlenip kalakalmışlardı ağzımda. Ruhumda şekillendirdiğim cümleler ses olup dilimin ucuna ulaşamıyor dolayısıyla derdimi daha doğrusu isteğimi, sorularımı soramıyor, merakımı dindiremiyordum. Apar topar taksini beklediği kapıya kadar çıkarıldım sanki. Defterimin yanımda olduğunu kontrol edene kadar kız iyi geceler dileyip yanımdan ayrıldı ve zarftan başka bir şey kalmadı benim için ondan geriye, bu akşamlık hiç değilse.
Taksiye evimi kısaca tarif ettikten sonra sağ elimde hala sımsıkı duran zarfa bakmaya başladım. Önce açmaya davrandım, sonra bir anda vazgeçtim. Eve gidene kadar beklemeliydim belki de. Onun benden ne gibi bir isteği ya da beklentisi olabilirdi ki? Hem bu üst üste geçirdiğim ilginç olaylar kafamı iyice karıştırmıştı. Siyah öykü defterimi bulmadan önce kalbimin adeta delicesine ve onun -o kız- için attığını var sayarsam, bu mektup benim için hayati denebilecek kadar önemliydi. Hayati demek belki de doğru değil ama bu mektupta yazanlar, o güzelden banaysa ki başka türlü bir çıkarımda bulunmak mantıksızlık olur, hemen okumalıydım.
Aslında birkaç saniyeden ibaret olan bu karmaşık düşünceler arasından sıyrıldım ve zarfı açtım. İçinde bembeyaz bir kağıt beni bekliyordu.
Beyaz, saflık ve masumiyeti barındıran beyazdı. İçimde uzun zamandır yer sahibi olamamış beyaz, bir kağıt olup beni bulmuştu, nihayet varlığından haberdar etmişti beni tekrar.
Taksi, karanlık İstanbul sokaklarında son sürat ilerliyordu. Arabanın içindeki yoğun dumandan rahatsız olmuş ve camı hafifçe aralamıştım, şimdi rüzgar saçlarımı dalgalandırıyordu. Serin havayı tenimde hissetmek, tarif edilmesi imkansız denilebilecek türden mutlulukları ve hazları salıveriyordu ruhuma. Bir insan mutlu olmak için arayışlarından vazgeçmeli ve hayatına şöyle bir göz ucuyla da olsa bakmalı, orada bir yerlerde mutlaka mutlu olunabilecek bir şeyler gizlidir. O gizler ki bulunmayı beklerler ve nice gizler bulunamadan kayba giden yolun müdavimleri arasına karışırlardı. İşte bu noktada ben gizlenmiş mutluluklarımın kayboluşuna izin veremem diye düşündüm. Gözlerimi iç dünyamın gizemlerine doğru açtım. Ne yahut neler gördüğüm, bilinen hiçbir dilde anlatılacak türden gelmiyor. Sanki hayal alemine yaklaşıyor ama aynı zamanda bir ayağımı mutlaka gerçekliğe basıyordum, gerçekliklerden belki de boş yere, basit bir destek arzuluyordum.
Belki oldukça anlamsızlaştırdım her şeyi ama olsun, eğer bunları yazmam gerekiyorsa, elimden geleni ardıma koymam yakışık almaz. Ey aziz İstanbul! Ne de güzelsin ay ışığında ve gölgeler arasında. Bağırmak geliyor içimden soluksuz kalıncaya kadar. Haykırışlarımla atmak geliyor sana olan aşkımı bağrımdan, yapamıyorum. Ben sana bağlanmışım ta ilk dakikamdan, ilk soluğumdan bu yana.
Ayılmak mı desem, irkilmek mi desem bilemiyorum. Eve gelmiştim. Araba durmuştu. Taksici arkasını dönmüş tuhaf bir şekilde bana bakıyordu. Bir anlık duraksamamın ardından, adamın parasını verdim ve indim taksiden. Serindi hava. Herhalde uzun zamandan bu yana özlemle arzuladığım kar geliyordu İstanbul’a. Gelsin, gelsin. Onu karşılayacak kimse olmazsa da ben vardım. Onu hasretle beklerken gözlerim göğün karanlığını aydınlatan bulutlara takıldı.
O an fark ettim, beyaz kağıt ikiye katlanmış şekilde elimde duruyordu. Henüz okumamıştım. Belki de okumuş ama hatırlamıyordum. Bu durum bana pek olası gelmedi, okumamıştım ve yine dalmıştım bazen anlamsız bazense derinleşen anlamların saklandığı derinlerden kurtulup gözüme görünür olduğu o meşhur düşüncelerime. Ne inciler çıkarmamıştım ki ben o derinliklerin köhne, nemli dehlizlerinden. Ne altınlar, ne gümüşler ve ne yakutlar bulmuştum Allah bilir.
Her daim bir düşünce kılığına girerdi bunlar ve saklanırlardı bir köşesinde aklımın. Benim onları bulacağım, keşfedeceğim günü beklerlerdi.
Öylece kalakaldım ve okumaya başladım beyaz kağıtta yazanları;” Belli ki okumaya sevdalısınız. Sizinle benim için çok önemli olduğuna inandığım bir hususta konuşmak istiyorum. Size, bu şekilde yazamayacağım bazı şeyler hakkında, danışmak amacındayım. Ve eğer beni kırmazsanız, sizi en yakın zamanda görmek niyetindeyim. Beni nasıl ve nerede bulacağınızı bildiğiniz şüphe götürmemektedir. Zaman benim için çok hızlı geçmeye başladı, size söyleyeceklerim hem benim hem de sizin geleceğinizin şekillenişi açısından tahmin ettiğinizin ötesinde önem arz eden husustadır. “
Bu satırlar bana hiçbir şey ifade etmemişlerdi. Büyük olasılıkla da etmeyeceklerdi. Aslında bir şeyler ifade etmişlerdi ama bunların acılıkları bana söylettirmiyor diyorum hatta yazdırmıyor da diyecektim. Lakin yazacağım, sizin de bildiğiniz gibi o zarfı aldığım anda bir duygu seline kapıldı yüreğim. Ama sonuçta karşılaştığım durumla hayallerimin paralellik içinde olmaması beni rahatsız edendir. Bir diğer husus daha var aslında ama nasıl desem bilmiyorum, sanki bir alev bütün bedenimi kaplıyor ve ruhumu gündüz kabuslarımın buhranlarında hapsediyor. Yanıyorum adeta turuncu alevler içinde.
Önce apartmanın sonra da asansörün kapısından içeri girdim. Asansör oldukça yavaş ilerliyordu. Sebebini bilmesem de aynada aksime bakmaktan bir tek burada zevk alırdım, eğer yalnızsam tabi. Aksimde gördüğüm, gerçek olan bendim çünkü. Kimsenin görmediği, göremediği gerçek bendim. Orada hiçbir kaygı yoktu ya da hiçbir yabancı. Orada tanıdıklarım da yoktu, orada tam anlamıyla yalnızdım ve yalnızlığımın hüküm sürdüğü bu boy aynalı asansör kabini, benim en büyük sırdaşımdım. Çünkü beni ben olarak bir tek o görmüştü bu kadar uzun bir süre zarfı boyunca. Ondan hiçbir şeyi saklayamazdım, saklamamıştım. Zaten istesem de yapamazdım bunu. İtiraflarım sessizdi ona karşı ve o da biliyordu ki ben o garson kızdan daha sıcak bir not bekliyordum. Kalbimi biraz daha hızlı çarpıtacak birkaç satır arzularken, hiç de tasavvur etmediğim şeylerle karşılaştım. Ve karşılaştıklarım hiçbir şekilde ilgimi çekmedi. Karşılaştıklarımdan kastım tabi ki de beyaz kağıttaki satırlardan başka bir şey değildi. Öte yandan, tabi ki siyah deri ciltli öykü derlemem beni ziyadesiyle mutlu kılmıştı.
Sonunda elli saniye kadar zaman geçmiş ve asansördeki yalnızlığım dokuzuncu ve son katın kapısının belirivermesiyle sona ermişti. Kapı kendiliğinden aralandı ve...


İKİNCİ BÖLÜM


Taksici, yorgunluktan göz kapaklarını açık tutmakta zorlanıyor ve zar zor işine devam etmeye çalışıyordu. Bir de şu geceleri çalışmasa, hayat belki daha güzel olacaktı onun için. Ne zor şeydi şu yaşam dedikleri. Hayatın boyunca, canını dişine takarak çalışıyorsun ama dinlenmeye bir fırsatın dahi olmuyor. Her daim çalışmalı ve para kazanmalısın. Çünkü içtiğin bir yudum su bile para demekti artık.
Eskiden böyle miydi diye içini çekti yaşlı adam. Hayat belki çok daha zordu ama yaşanılır kılan mutluluklarla bezenmişti. Anadolu’nun bağrından kopup gelmişti tabiri caizse o. Temiz havayı ciğerlerine çekmişti doyasıya ve kana kana içmişti buz gibi sularını dağların eteklerinden süzülüp gelen kaynakların, zamanında. O buz gibi sular bir şeycikler yapmazdı sana, aksine iyi de gelirdi.
Ama rahat, huzur ona da dert oldu, her insana olduğu gibi. O da kalktı geldi İstanbullara. Ne işi vardı ki buralarda? Ne güzel okumuş, üniversite bitirmişti. Ziraat bölümünden mezun olduğu sene düşmüştü aklına şehre gitmek. Ne vardı sanki şehirde onu bu kadar cezbedecek.
Gece gündüz canını dişine takıyor çalışıyordu. Karısı hastaydı, yatağa düşeli çok olmamıştı. Bir ay kadar önce acı haberi duydular. Onun baba yüreği dayandı, göğüs gerdi evlat acısına. Ama anası dayanamadı, duyar duymaz uğursuz haberi, tutmaz oldu dizleri ve sereserpe yığılıverdi. Bir daha da kalkamadı. Biricik evladı kara toprağın bağrındayken ona hak mıydı yürümek, onun yattığı topraklara basa basa.
Ahmet Bey emekli olalı dört ay olmuştu. Eşi Hanife Hanım ve biricik evlatları Murat’la mutlu mesut bir hayat sürmekteydi adamcağız. Emekli oluca taksiciliğe başlamıştı adamcağız, oğlunu ve eşini biraz daha mutlu kılacak, o biraz daha fazla kazanılacak paraydı tabi ki amaçladığı bu işten. Oğluyla gurur duyardı. Duymakla da haklıydı hani, Murat avukat çıkmıştı evvelki sene. O günler, hayatındaki en mesut anları barındırıyorlardı belki de. Bir baba için nedir ki hayatta mutluluk kaynağı, Ahmet Bey yerinde olunca. Tabi ki evladının parlak istikbaline giden yolun ışıl ışıl parladığını görmek.
Murat, adalete vurgundu. Her genç o güce sahiptir. O güç ki sadece genç bir bedenin damarlarındaki kanda mevcuttur ve sanki her genç dünyayı değiştirebilecek hatta kendi açısından kurtarabilecektir. Hayallerin ve duyguların sınırsız denilebileceği bir dönemdir gençlik. O da adalette buldu kendi arayışlarının çözümünü.
Ama ne yazık ki adalet, aklımızın alamayacağı sonuçlara vesile oluyordu. Ahmet Bey ne yapmıştı da hayattaki tüm dayanakları bir bir tuzla buz olmuşlardı? Zavallı Hanife Hanım’ın ne suçu vardı sanki. O, yıllar yılı üstüne titreyerek büyütmüş, avukat etmişti evladını.
Musalla taşında yatıyordu şimdi Murat. Gözleri görmese de hissediyordu etrafında olup bitenleri. Duydukça anasının sesini, içi burkuluyordu. Babası karlarla kaplanmış heybetli bir dağ gibiydi muhtemelen. Ya kendisi, o nasıldı? Ölü bir insan nasıl olabilirdi ki? Defnedilmeyi bekliyordu. Defnedildikten sonra cennete gideceği hayaliyle avunuyordu, gidecekti belki de...
Anılar bir bir canlanıyordu aklında. Askerdi. O gece nöbetçiydi iki dört arası. Havada sert bir soğuk vardı. İliklerine kadar donmuştu. Ama ne kıpırdadı bir an olsun yerinden ne de bir an olsun yumdu gözlerini. Vatani görevini yerine getirirken bunlar aklından ve bedeninden çok uzaktaydılar. Ama ana hasreti çok ama çok yakınındaydı. Ta yüreğinin çırpınışlarındaydı. Az kalmamıştı ama sayılı gün hızlı geçer diyor kandırıyordu kendi kendini.
Sonra bir anda her yer kızıla boyandı. Kan oluk oluk akıyordu. Cehennem adeta fani dünyada ona ulaşmıştı. Çok fazla hatırlamıyordu ayrıntıları. Ölüyordu. Ama herkesin sandığının aksine ne bir film şeridi geçmişti gözlerinin önünden ne de daha sonra beyaz bir kapıya doğru süzülmüştü ruhu. Hapsolmuştu ruhu bedenine. Peki ya gömüldükten sonra ne olacaktı diye düşünüyordu ki o insanın içini parçalayan çığlığı işitti.
Anılarından ve karamsar düşüncelerinden sıyrılıp tabutundan dışarı bakmaya çalışıyordu. Ne mümkün, kaskatı kesilmişti. Sonra sesin kimden geldiğini anladı. Hıçkırıklara boğulan ve tabutuna sarılan babasıydı. Her insanoğlunun bir sınırı varmış demek diye düşündü ve üzüldü. O, hep bir dağ misali dayanıklı kalsın isterdi babasının, anılarında. Aslında öyle de kalacaktı.
Ahmet Bey artık kendini tutamıyordu. Gözyaşları hıçkırıklarına onlar da haykırışlarına vesile oluyorlardı. Sonra biraz duruldu. Derin derin nefes aldı ve tabuttaki evladı sanki yanı başında capcanlı duruyormuş gibi onunla konuşmaya başladı.
“ Oğlum, evladım hatırlıyor musun yıllar önceydi. Sen henüz okula başlamamıştın. Sokaklarda koşuşturmaya bayılırdın ama mahalledeki köpeklerden de bir o kadar korkardın. Bir köpek gördün müydü hemen bacaklarımın dibine gelirdin, sarılırdın bana. Baba beni koru derdin, beni sakın yalnız bırakma derdin. Hatırlıyor musun oğlum? Sonra bir gün işten dönerken seni görmüştüm. Can havliyle koşuyordun eve doğru, arkanda iki köpek. Ben hemencecik elimdekileri fırlatıp sana koşmuş, seni kucağıma almıştım. Sonra da bir sopa geçirmiştim elime, birlikte kovalamıştık köpekleri. O gün bana demiştin ki;
“ Baba beni bir daha yalnız bırakma, hep yanımda kal!” Ben de sana;
“ Sen iste ben her daim yanı başında olurum oğlum, yeter ki sen iste. Ve ben senin yanındayken değil köpek isterse çakallar gelsin, senin kılına dokunamazlar. Hadi, şimdi gel de eve gidelim, sen de bir bardak su iç, çok korkmuşsun canım benim...”
Hatırlıyorsun değil mi oğlum o günü. O gün sana hep yanında olacağıma dair söz vermiştim. Ben sözümü tutamadım oğlum, zalimin kurşunu bağrını delerken önüne siper olamadım oğlum! Beni affet oğlum!
Ey her şeyi yaratan tanrı, niye bana bu acıları yükledin? Niye tanrım, niye aldın her şeyimi? Al benim de canımı hadi, al da kurtar beni bu bitmek bilmez ıstırabın pençesinden. Bir kötülük yapıp, bir kulunu canına kıymadım. Hakkımla kazanıp, kazandığımla geçindirdim hanemi! Ben nerde yanlış yaptım, söyle bana ey tanrım, söyleee!”
Herkes sessizliğin derinliklerindeydi sanki. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Acılı babanın son feryatlarını duyanların gözlerinden birer damla gözyaşı süzülüyordu. Ama ne fayda, akan gözyaşları sel olsa da gideni döndürmüyorlardı.
Gidenlerin ardından ağlamak, feryat edip kendini harap etmek belki de boşunaydı ama bunları söylemek kolay. Ahmet Bey şimdi hayatta yapayalnızdı. Ne bakıp gururlanabileceği bir oğlu ne de oturup iki sohbet edebileceği Hanife’si kalmıştı. O, belki de kendine ağlayıp sızlanıyordu. Ama o yüzü gören bir kimsenin, adamın acısından nasibini almaması ve bir damla gözyaşını salıvermemesi imkansızdı gözlerinden.
“Genç adam, evet biraz önce taksisinden inen genç adam bu anıları anımsamasına sebep olmuştu. Onda, onun siluetinde sanki oğlunu bir kez daha görmüş, öylece bakakalmıştım. Arabayı kenara çektim. Kafamı direksiyona dayayıp düşüncelere daldım. Oğlumla geçirdiğimiz günlerle doluydu hatıralarım. Hepsi acı veriyorlardı bana. Ama sanki yıllardır süregelen hasretim biraz önce bitmişti, oğlumu bulmuştum” diye geçirdi içinden.
Arkasını dönüp koltuğa baktı ve gözüne siyah deri ciltli küçük bir kitap çarptı. Oğlu düşürmüş olsa gerekti diye geçirdi içinden. Onu bir kez daha görmesi için bir bahaneye sahipti artık. Mutluluk dolup taşıyordu adeta ruhundan. Kitap sanki oğlunun ta kendisiymiş gibi öpüp koklamaya başladı onu. Ne eskimişliği ne de kokusu önemliydi artık, tek önem arz eden şey oğlunun elinde bulunmuş olan bu kitabın şimdi onun ellerinde olmasıydı. Bu ilahi bir işaret olsa gerekti.


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM


Korkuyordum, ne yapmam gerektiği hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Herkes beni bir katil olarak mı görecekti acaba? Bilmiyordum ama yapmak zorundaydım. Eğer yapmazsam, bu kez muhtemelen ölen ben olacaktım. Bu işlere neden karışmıştım ki sanki? Küçüklüğümden beri silahlardan nefret ederdim zaten. Yo, sakın beni yanlış anlamayın, nefretimin sebebi sizinki gibi değil. Evet, siz sıcak bir yuvada, mutluluk içinde büyüdünüz. Anneniz, babanız size şefkatle yaklaştı. Sonra da silah kullanmanın da kullananın da kötü şeyler olduğunu öğrettiler değil mi? Benim hayatımdaki silah nefretinin sebebi bu değil, ben silahların içinde büyüdüm. Sevdiklerimin ertesi güne sağ çıkamadıklarını gördüm. Ben acının manasını çok genç yaşta öğrendim.
Peki, ey her şeyi bildiğini iddia edenler, o zaman söyleyin, niçin benim gibi zavallı bir çocuk sevgiye hasret büyüdü? Ben de sizin gibi bir insan değil miyim? Söyleyin bana ey çok bilmişler! Benim sizlerden farkım neydi? Ben hep, okuyup doktor olmak istemiştim. Neden mi? Anlamazsınız siz ama ben anlatayım yine de dilim döndüğünce, insanlık bende kalsın, insanlık da ne demekse bu dünyada.
Bundan dokuz sene önceydi. Mardin’de doğmuştum ve dokuzuncu yaşıma da orada girmiştim. Okula gidiyordum. Üçüncü sınıfa geçmiştim. Okumayı en erken ben sökmüştüm bizim köyde. Sonra bir gün geldi ve beni bir daha okula göndermediler. Soramadım neden diye, diyemedim okumak istediğimi. Benim bir şey diyecek hakkım yoktu. Onların gözünde bir çocuktum, kendileri gibi olması gereken bir çocuk. Cahil olması gereken bir çocuktum.
Öğretmenimi çok severdim. O, bize Atatürk’ü anlatırdı her zaman. Onun yaptığı yüce şeyleri anlatırdı bizlere. Ben de bunları duya duya üç sene geçirdim okulda. Sonra bir gün geldi, tarladan dönerken eve, o tabutu gördüm. Camiye doğru giden o tabutu. Birkaç adam sırtlamışlardı tabutu, üstünde hiçbir şey yoktu, kuru tahtası vardı bir tek tabutun. Adamlar sevdiklerinden değil zorunluluktan taşıyorlardı anlaşılan.
Eve gidince babama kimin tabutu olduğu sordum. Öğretmenin dedi.
O olaydan bir hafta sonra anam kardeşimi doğururken öldü. Kardeşimin adını da Hacer koydular, anamın adıydı. Çocuk aklımla babama sordum niye hastaneye götürmediğini. Bana dedi ki “ Oğlum ecele karşı gelinmez. Allah onu almak istedi, karşı gelinmez. Günahtır. Hem sen kafanı takma böyle şeylere.”
Kafamı böyle şeylere takmaya fırsatım mı vardı sanki? Tüm günümü tarlada ekin ekerek, ekin biçerek geçiriyordum. Güneş tenimi durmaksızın yakıyordu. Düşüncelerin, kaygıların buharlaşıp uçtuğunu söylesem zihnimden, yalan demiş olmam inanın ki.
Geceleriyse ayrı bir dertti. Dört kardeşim, babam ve yeni anamla yaşıyordum. Babam anamın kırkı çıkmadan getirmişti bize Hatce Ana’mızı. Çok genç değildi ama yaşlı da değildi. Onu hiç sevmedim, o da bizleri sevmezdi. Kardeşlerimle beni sevmezdi yani. Bazı geceler, bizi gece uykumuzda boğazlayacak diye korkardım. Uyku girmezdi gözüme.
On bir yaşımdaydım. Teröristler köye indi. Ne var ne yok her şeyi talan ettiler. Babam karşı koymaya çalıştı, vurdular. Artık hem öksüz hem de yetimdim. Hatce diyorum, ana demeye dilim varmıyor çünkü evden attı beni ve üç kardeşimi. İnsafı kuruyasıca, acıdı da Hacer’i yanına aldı. Küçük kız yeni yürümeye, dillenmeye başlamıştı. Hatce akıllı kadındı, kız çocuğu iyidir, iş yaptırılır, zamanı gelince de başlık parası getirir diye tutmuş olsa gerek onu evde.
Ben, bacımdan sonra en küçük kardeştim. Ağabeylerim beni de yanlarına katıp dağa çıktılar. Babamızın kanını dökenlerin kapılarına gittiler, kapı da ne kapıydı hani. Öyle bir hayatım olacağına olmaz olsun hayat tenimde demiştim bir kere içimden. Söz ağızdan bir kere çıkardı, henüz dile gelmemişti bu söz ama aklımda yer etmişti bir hayli.
Velhasıl kaçtım, büyük şehre geldim. Elimden bir şey gelmezdi, nasıl para kazanıp karnımı doyuracağım derken çıktılar karşıma. Kim olduklarının önemi yoktu, beni kim yapacaklarının önem vardı; bir katil. Sordular elim silah tutar mı diye, tutar dedim. Ve şimdi cebimde bir resim, bekliyorum Azrail’le meslektaş olmayı.
Aradan birkaç dakika geçmişti, çok değil. Aradığım kız yanında genç bir adamla gözüktü. Sonra kız durdu ve bir şeyler söyledi. Genç adamın suratında bir şaşkınlık vardı, merak ettim ben de neden diye ama sonra kendi kendime boş ver dedim, ne önemi vardı ki sanki.
Genç adam taksiye atlayıp uzaklaştı. Kızsa olduğu yerde bir heykel misli çakılı kalmış, sokak boyunca ilerleyen taksiyi izliyordu. Elimi ceketimin iç cebine attım, müstakbel maktulün resmine baktım. Emin olmak istiyordum. Madem bir cana kıyacaktım bari yanlış kişi olmasın aldığım canın sahibi diye.
Fotoğrafı tekrar cebime koydum. Hafif esen rüzgar kızın saçlarını dalgalandırıyordu. Akşamüstü güneşi de bacaklarına vurmuştu. Çok güzeldi.
Tabancasını çekti ve tetiği tam ateşleyecekken durdu. Şimdi kendi şakağına nişanlasa tabancasındaki kurşunu, ne olurdu diye düşündü. Tabanca yere düşer, tetiğine parmağını koyacak bir başka suç ortağı bulmayı bekleyerek dururdu. Kurşun zaten yaratılış vazifesini hakkıyla yerine getirmiş olurdu. “Ve belki de ben de bu lanet hayattan kurtulurdum “dedi içinden.
Ama ne tabancanın namlusunu şakağıma doğrulttum ne de kendimi vurmaya kalktım. Kızın ensesine doğru nişan aldım ve üç kez ateşledim silahı, ne de olsa Allah’ın hakkı üçtür. Kız kanlar içinde yere yığıldı. İş, tamamlanmıştı. Ben de arkamdaki dar ve pis sokaktan, evim dediğim o fare deliğine geri döndüm.



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM


“İyi bilirdik”
...
“Helal olsun!”
“Helal olsun!”
“Helal olsun!”

Musalla taşında yatan kurtulmuştu bu dünyanın sorunlarından ve acılarından. Ya da ben öyle umuyordum. Yeşiller içinde yatan bu buz kesmiş bedeni çok iyi tanırdım. Bir insan akrabalarını iyi tanır, değil mi? Bir de çocukluğunuz birlikte geçmişse aynı mahallede, daha bir sıkı fıkı olmuşsunuzdur. Ve yukarıdaki, onun için zamanın sona erdiğini söylediğinde acılar içinde boyun eğersiniz. Onun işine akıl erdirmek güçtür bazen.
Ama onu yanı başınızdan alıp götüren Azrail değilse ne yaparsınız? Nasıl mı anlayacağım onun Azrail olduğunu? Zor değil, çünkü o bir melek. O, Allah’ın sevdiği kullarından biri. O’nun görevi acı vermek değil, ruhun bedenden ayrılmasına yardım etmek ve her insanın gitmek zorunda olduğu o yolda ona eşlik etmektir. O bir katil değildir, o ihanet edenlerin babası olan şeytanın dölünden gelme değildir.
Gözlerim bakıyor ama ne görüyor ne de algılıyor. Acımı dindirmeye çalışanlar bir yandan, acısından yanıp kavrulanlar diğer yandan beni ve zavallı yüreğimi dağlıyorlar. Ruhum alevler içinde hapsolmuş çıkış yolunu bulamıyorum. Ateş gözyaşlarımı etmiş duman, duman ruhuma karışmış, acı içime, ta derinime yerleşmiş ve ben de acının içimdeki varlığında hapsolmuştum. Acıdan kaçış yoktu sadece onunla yüzleşmek vardı. Ve bende de onunla yüzleşecek bir yürekten eser yoktu.
Ruhum acımın buhranında kaybolmuş, gözlerim yaşlarının dumanından kararmış ve ben, yok oluyorum karanlığında acılarımın. Bedenimin içinde kor alevler beni eritiyor. Her şey acıyla harmanlanıyor ve acı özüm oluyor artık.
Ve siz bu yazıyı okuyan talihsizler, okumakta kararlıysanız hala, acımı paylaşacaksınız. Acımın kaynağı yüreğimden bir çağlayan gibi boşalacak bedenlerinize. Acımın kaynağı kuzenimi kaybetmem değildir, onu nasıl kaybettiğimdir. Kaybetmek hayatımızın temellerindendir zaten, alışkınım, alışkınız kaybetmeye ama bazı yükler vardır ki kaldıramaz onu hiçbir beni adem, diler insan kendi benliğini dahi kaybetmeyi ve o gün gelip çatınca kader çok insafsız davranır. Çoğunun almaz canını kapamaz bilincini. Çoğunu o beyaz odalara bırakmaz, bırakır onları acının kabusa dönüştüğü hiç bitmeyen gecelerin karanlıklarına.
Ve ben karanlığı hissetmeye başladım. Yazıyorum çünkü elimden gelen bu, çaresiz bedenimin yapabildiği yazmak, bir gün gelir de biri derdimi anlar belki. Derdimden kurtulamayacağım kesinse, bari derdim bilinsin. Hiçlik duvarının ardında kaybolanlardan biri olduğumda içimde bir umut yeşersin, ya bir gün gelir de bir zavallı da bu satırları okur diye. Ve ümit solsun ama ölüp karışmasın acıma. O solgunluğu ebedi kılsın yazdıklarım ve yazacaklarım.
Kendimden uzun uzun bahsetmek isterdim çünkü bu bir veda konuşması. Bugüne kadar yazamadıklarımı yazmak isterdim. Yapamadıklarımı söylemek, sevip de söyleyemediklerime haykırmak isterdim “seni deliler gibi seviyorum” diye. Ama artık çok ama çok geç her şey için, hayat için çok geç, geride bıraktıklarım için çok geç, benim için çok geç.
Ve beyazlarla kaplı o odalardan birinde olmak isterdim şimdi. Ne de rahat olurdu deliliğin gizli kapaklı duvarlarının korumasında hatırlamamak, hatırlayamamak hiçbir şeyi ilaçların tesirindeyken. Ama artık çok geç delirmek için bile.
Delirmek beni kurtarır mı bilmiyorum, aklım bir yolunu bulup da unutabilir mi bütün yaşanmışlıkları, çok zor, nerdeyse imkansız. İmkansızın ardındaki ihtimale ulaşmaya çabalamaktansa hala sahip olduğumu sandığım aklımla bu satırlara devam etmeliyim. Kalan aklımı, hayatımı değiştiren bu olayın tüm ayrıntılarını yazarak geçirmeliyim. Daha çok var gelmesine çok, ama zaman akıp gidiyor ellerimin arasından kayıp giden kum taneleri misali.
Rahatlatmalıyım ruhumu, ulaşmalıyım gerçeklere ve yazmalıyım her birini.
Genç yaştan itibaren yüreğimde ve zihnimde birçok aşk filiz verdi. Kimisi güzel bir tene kimisi güzel bir göze hayran kalmıştı. Ama bunlardan başkaları da vardı, aşklarımın bir insana karşı olmayanları, mesela kitaplara olan aşkım ya da yazmaya olan aşkım. Kitaplar en büyük tutkumdu, hayatımı onları okuyarak geçiriyordum ve daha da güzellerini yazmakla uğraşarak tam da hayal etmiş olduğum gibi gelecek günlerimi, o ilk kitabımın ilk satırlarını okuyacağım günleri.
Şehvetin, korkunun, heyecanın ve mutluluğun doruklarında bulunmuş insanlarca kaleme alınmış birçok roman okudum. Duyguların en yücelerinin tadına vardım, sararmış yahut pırıl pırıl olan sayfalarda.
Hayatı da tümüyle bir köşeye atmış değildim ama kitaplarım her şeyimdi. Duyguların en yücesini bana tattıran kitaplarım, evet duyguların en yücesi onu tarif edebilirim lakin ben onu bulana kadar çok uğraştım, çok mutluluk ve çok acı gördüm. Şimdi ona bir ad vermek ya da var olan adını zikretmek yanlış olur yahut onun bende uyandırdığı hisleri dökmek kağıda ve bakmak bu yüce duygunun kağıttaki yansımasına, kesinlikle yanlış bir davranış olur bence. İnsan bazı şeyleri ki bahsettiğim şeyler çok nadirdirler, kendileri bulmalıdırlar. Ve bazı şeyleri yaşamayı, hissetmeyi hak etmiş olmalıdırlar. Ben, acı çekmeyi hak etmişim bunca yılın ardından demek...
Güncel yayınların sadeliklerinden dolayı çevirdim meraklı gözlerimi tarihin tozlandırdığı kitapların sararmış sayfalarına. İnsan bazen geliştiğini zannederken özünden çok şeyleri kaybedebiliyor. Ve insan hoşlanmadığı gerçekleri gözünün önünden uzaklaştırıyor, bu gerçekleri ve onların yazıldığı ciltleri. Sonra yakıyorlar aptal insanlar içinde ne yazdığını bile umursamadan kitapları ve yazarlarının yaşanmışlıklarını; duman oluyorlar, kül oluyorlar ve anlatılanlarını hava alıyor bağrına ta ki ciğerlerimizden içeri süzülünceye de onlar sinsice.
Bu akıl almaz katliamların elinden kurtulmuş pek az kitap vardır, satırlarında yasaklanmış konuları işleyen. Ve bunlara ulaşmak zordur insan hayalinin sınırlarını zorlayacak kadar zordur. Ama bu işe kendini adamış olan ben, buldum onlardan birini yıllar önce. O kitap korkuyu anlatıyordu, korkunun karanlığının ardına saklanmış aptal insanlığı bekleyen korkuları anlatıyordu. Korku doğru sözcük mü bilemiyorum çünkü okuduktan sonra gördüm ki günümüzde kalmamış korkudan eser dahi.
Duyguları yok etmeye çalışmak felakete uğramak istemenin ta kendisidir. Ve çok uzun yıllardan beri bu dünyada kol gezmeyen bu duygu bedenimde vuku buldu. Adına korku diyebiliyorum bildiğiniz korkunun sadece sesteşi olan bu duyguya.
Ona hitaben bir kelime üretilmeli dilimizce yahut dillerimizce lakin bunu ben yapamayacağım merakıma yenik düşerek okuduğum bu kitap, dehşetengiz hislerin ruhuma sızmasına sebebiyet verdi. Başlarda katlanılırdı lakin her şey göründüğü kadar tekdüze değilmiş. Ve gönlüm razı olamadı bu dehşete bir isim bahşetmeye.
Onu bu dünyadan ebediyen göndermeyi amaçlamış ve hayatın dengesini bozmaya cüret etmişlerdi. Belki de haklılardı. Artık daha da dürüst olmalıyım çünkü varlıklarını zavallı ruhumun derinliklerinde hissetmeye başladım.
Ey bu satırları okumakla binlerce yıllık bir lanetin parçası olmuş zavallılar, sözlerimi dikkatle dinleyin. Elime geçen bu kitap ne benim arayışlarımın ne de merakımın meyvesidir. Allah’a kulluk görevimi yerine getirmekte olduğum, güneşin dünyaya umut vaat ederek ışık saçtığı mübarek bir günde, secde edecek iken yerde belirmiş uğursuz bir kitaptır. Allah’ın huzurunda alnımı yere koyacak iken bu kitabın lanet olasıca kabına koymuş idim alnımı. İstemeden ona secde etmiştim.
Önce tarif edilmesi imkansız bir mutluluk kapladı bedenimi ve ruhumu. Zamanla anladım ki bu, unutulmuş uğursuz öğretilerin bulunduğu bir lanetmiş. Bu şeytanın ta kendisi tarafından yazılmış olsa gerek diye düşündürtecek bir kitapmış. Ve bu uğursuz kitap önce merakımı cezbetti ancak içindekilerin taşıdıkları uğursuzlukları buyur edince bedenime ve ruhuma istemeden yahut isteklerimin sonuçlarının farkında olamadan, gördüm yaptığım hataların ağırlığını ve ezildi ruhum günahlarımın altında. Kalakaldım çaresizliğimle baş başa. Karşı gelmiştim dinimin kurallarına. Kıymıştım zevk için nice canlara ve kıydığım canların kanı kaplayınca ruhumu çok geç olduğunu da anladım affedilmemin onun huzurunda.
Tarif edilmez acılarla kavruldum ve kavrulan ruhum aynı kaderle yüzleşsin istedi bu kitap ta. Ama ona ne ateş işliyordu ne de başka bir şey. Sayfalarını ne kadar parça parça ettiysem de ardından yine eski hallerine büründüler.
Artık kaçış yoktu karanlığın ortasında benim için ve kitabın uğursuz sayfalarında aradım kurtuluşumu, her şeyin başladığı yerde olmalıydı bitişi de bu uğursuzlukların. Aklın sınırlarını çoktan terk etmiş, lanetlerin pençesindeydim. Ne bir lokma yemek yiyebiliyordum ne de açlıktan bayılabiliyordum. Anlayamadığım şeyler bedenimi ele geçiriyordu adeta. Kıymak istediğim canıma bile kıyamıyordum. Bedenim artık benim değildi sanki. Onu bir barınak gibi kullanıyorlardı adlarını bile zikretmekten tiksinti duyduğum tuhaf şeyler. Evet, şeyler. Onlara bahşedecek, kurban edecek başka bir kelime bulamıyordum. Ve benliğime sahip oluyorlardı benden çok.
Sesleri ruhumu donduran yeller, rüzgarlar duyuyordum dışarıda bir tek yaprak dahi yerinden oynamazken. Ve ölüm benden çok uzaktaydı artık. Ölebilmenin yollarını arar olmuştum. Aylar süren çevirilerim sonucunda kitabın sayfalarında bir söze rastladım. Bu sözü anadilimde yazacağım ve kitabın yerini, yazıldığı lisanını ve diğer her şeyini ruhumla birlikte Allah’ın cennetine götüreceğim hala orada bana bir yer varsa.
Şöyle diyordu kitap;” Hayatın sonuna erişmekse amacın çok yakınsın nihai sona ama bir o kadar da uzaksın amaçlarına” . Altında yazanlara göre bunları bir rituelin ardından ki kesinlikle açıklamam, açıklayamam bu lanet olası işi, duvara okumalıymışım yedi kez.
O gece yaptım bunları ve tamamlandı bu adını dahi anmak istemediğim rituel. Ve uyku bastırdı ruhuma, karşı koyamadım ve dalıp gittim düşler imparatorluğunun yabancı hudutlarına.
Kalktığımda amacıma ulaşmış sayıldığımı gördüm. Bedenim dün gece yattığım yerde cansız, buz gibi duruyordu ve duvarda işaretler vardı. Dün gecenin uğursuzluklarını bana hatırlatan, bilmediğim işaretler belki de unutmak istediğim işaretlerdi onlar ama başta zannettiğim ve zannettiğiniz gibi bir ruhtan ibaret değildim, bedenime sahiptim ama üzerimden yükümün bir kısmı kalkmış gibi tuhaf, düşünmesi bile tüylerimi diken diken eden bir duygu vardı. O an duvardaki şeffaf deliği fark ettim ve bu satırları yazmaya başladım hatırlamadığım bir zaman diliminden sonra bitirdim yazımı ve bıraktım kendimi deliğin renksizliğinin içine doğru. Atarken kendimi renksiz derinliklere kurtulmuştum sanki lanetli misafirlerimden ama bu yolculuk bir son değil nihai bir başlangıçmış ne yaparsam yapayım devam edecek.
Ezan sesi geliyordu uzaklardan, sonra ses yaklaştı yaklaştı ve yanı başımdan geliyordu artık. Bir uykudan uyanır gibi açtım gözlerimi avlusuna caminin ve tabutun önündeki resmi gördüm. Saf ve temiz bir çocuktu bu, aynalarda görmeye alışık olduğum yüzün gençliğiydi, çocukluğuydu; yalnız geçen çocukluğumun tek hatırasıydı...
“Hatıralarım kayboluyor ve yerine yenileri peydahlanıyor zihnimde ama hepsinin sonu aynı; musalla taşındaki yeşillere sarılmış tabut. Ve hayaliyle yaşıyorum musalla taşındaki tabutta olmanın ve kurtulmanın bu sonsuz işkencenin pençelerinden. Elveda, başka hatıralarla süslü başka bir hayatımda görüşünceye dek! Etrafına iyice bak zavallı şahidim, gördüğünü sandıklarından biriyim bugün ve yarın, kim bilir?”
“Hatıralarım sürekli değişirken bu yazılar kalıyor bir tek geriye ve artık kaybedemediğim hayatımda korkuyorum bir deli olmaktan ve saklayacağım bu defteri en gizli köşelerden birine sakladığım gibi o uğursuz kitabı. Ve eğer gün gelir de bunları okuyacak bir talihsiz gelirse bu dünyaya ona tavsiyem duvarlardan uzak durmasıdır. Çünkü duvarlar insanoğlunun aklının alamayacağı şeylerin önünde yükselmiş berzahlardır ve onlara bazı bilgilerden haberdarken yaklaşırsan senin daha fazla nefes almanı istemeyebilirler.”

“Ve böylece siyah deri ciltli kitaptaki on beşinci hikaye layıkıyla yerini aldı.” Diyordu derinlerden gelen bir ses. Bu nasıl bir rüyaydı ki beni iliklerime kadar dondurmuş ve anlatıcının uğursuz ağzından dökülen bir tek kelime bile zihnimden yitip gitmemişti. Ben de yazmaya karar verdim. Bir zamanlar da korkunç kabuslar görürdüm ve onları gizli defterlerimden birine yazardım. O defterleri şimdiye kadar benden başka kimse okumadı, görmedi. Bundan sonra da ne okumalılar ne de görmeliler.
Allah’ım, o uğursuz sesin tınısı kulaklarımdan ve zihnimden silinmiyor. Kanımı donduracak kadar ürkünç oluşu belki de tanıdık bir ses oluşundan kaynaklanıyordur; bu ses ağabeyime aitti çünkü...



BEŞİNCİ BÖLÜM



O uğursuz rüyayı gördükten sonra, korkularım ve kabuslarım peşimi bırakmaz oldu. Bundan kısa bir zaman önce ağabeyimin günlüğünün son sayfalarını okudum. Bu sayfalarda, onun hayatının son kesitlerinin var olduğu fark edişim benim açımdan hem korkunç bir üzüntüye hem de onun ölümünün yani yok oluşunun ardındakileri öğrenmemle mutlu olmama sebep oldu. Mutluydum denemezdi aslında. Onu en son televizyonda görmüştüm. Okulu kırdığı o gün, gece geç saatlerde eve geldi. Ben de tesadüfen apartmanın güvenlik kamerasını izliyordum kablolu televizyondan o sırada. Onu gördüm, elinde beyaz bir zarf vardı. Düşünceli, dalgın bakışlarla asansörlere doğru ilerledi.
Bu bir rüya değildi, emindim onu gördüğüme ama daha sonradan kameranın kayıtlarında hiç bir ize rastlanmadı ağabeyimle ilgili. Bu onsuz geçen on birinci gecemiz. Ve yazmaya karar verdim, onun son günlerinde ya da anlarında başına gelenleri. Zamanın ve mekanın adeta allak bullak olmuş olduğunu fark ettim bu sonda. Sanki ağabeyim hem o kameradaki görüntüde hem de başka bir alemdeydi. Hiç değilse birazdan kaleme alacaklarım bana bu izlenimi verdi. Ve o, yazmayı çok severdi, o kadar çok severdi ki belki de kendi sonunu bile bir hikaye gibi anlatmaya karar vermişti. Şöyle başlıyordu ağabeyimin son hikayesi;

Hayat artık benden çok ama çok uzaklarda yol alan bir gemi. O gemi ki yelkenlerini rüzgarla doldurmuş henüz adı verilmemiş o devasa su kütlesinde seyrederken ben yüzüyorum bu sonsuz suların bağrında. Kollarımda derman kalmayıncaya dek yüzeceğim ve sonra bırakacağım ruhumu bu denizin, okyanusun, yahut her neyse onun bağrına. Ve ebedi yolculuğumda bir yola daha sapacağım. Kim bilir belki de bu yol herhangi bir sokaktan farksız olacak ya da ana yolun ta kendisi olacak. Bilemem bunlar sadece tahminler, umutlar, hayaller ve hayal kırıklıkları şimdilik ve gelecek günlerin bunları ve nicelerini nasıl önüme dizeceğini bilemem ama bilmek isterdim hem de tahmin dahi edemeyeceğiniz ölçüde çok isterdim.
Bu dünyada görebildiklerinizden başka hiçbir şeyin var olmadığına inananlardansınızdır herhalde çünkü sizin gibilerin yani bahsettiğim gibilerin sayıları oldukça çok artık. İnsan çok çabuk unutuyor değil mi? Artık körüz hepimiz ne yazık ki.
Ben kim miyim? Sanki bu soru geliyor kulağıma. Ne önemi var ki bu sorunun cevabının. Asıl önem arz eden yazacaklarımdır. Merak mı ettiniz? Lütfen inkar etmeyiniz meraklarınızı ki şayet erteleyecek ya da saklayacak olursanız onları, sizi içten içe kemireceklerdir onlar. Güvenin bana. Diyorum ama güvenmeyeceğinizi biliyorum. Çünkü insanların zaafları vardır. Bu zaaflar ki birçoklarının akıbetlerini ölümle sonlandırmışlardır.
Gündüz gözüyle gördüğünüz rutin şeyler size ne hissettirir tahmin edebiliyorum. Çünkü ben de bir zamanlar sizler gibiydim. Bu rutinden sıkılırdım. Şimdi ne mi oldu bana, aslına bakarsanız hiçbir şey olmadı da diyebilirim. Çok mu alengirli oldu, olabilir. Rutinleri yazmak ne kadar kolaysa onların sakladıklarını yazmak da bir o kadar zordur. Zor kelimesini özünde yatandır. Zordur, çok ama çok zordur. Göremiyoruz gözlerimizin bize vaat ettiklerinden ötesindekileri.
İnsan bedeni çok ince bir dengede yaratılmıştır. Bu dengede her duyumuza bazı sorumluluklar yüklenmiştir. Duyarız bir ölçüde ama duyamadıklarımızı görürüz, ya göremediklerimizi onları ise hissederiz. Evet, sevgili dostlarım, biz artık hissetmiyoruz. Bundan sonra biz diyesim gelmiyor ne yazık ki. Çünkü ben hissediyorum.
Bundan yıllar öncesindeydi. O gece onu gördüm ve o da beni görüyordu bunu tarif etmek oldukça zor. Ne diyebilirim ki yaz sıcağında ürpermek hatta titremek gibiydi. Bir çocuktum o zamanlar, gariptir o güne kadar pek ağlamamıştım ama o gün gözlerimden akan gözyaşlarıma engel olamadım. Korkuyordum, o ana kadar görmediğim bir şeydi bu. Bir an bunun rüya olabileceği geldi aklıma. Herhangi bir hareketi yapmaktan acizdim. Kıpırdayamıyordum.
Onun bakışları ruhumu bedenimden söküp atıyordu adeta. Korkuyu iliklerime kadar hissediyordum onun beyaz bedenine bakarken. Bedenine oranla çok daha yoğun ve derin beyazlıktaki gözleri bedenimde kapatılamayacak yaralar açıyordu sanki. Ama yaralı değildim bedenen, yaralar ruhumu deşmişlerdi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Bana yaklaşmaya başladı. Beyazlığı karanlığı soğuruyordu adeta. Sonra o korkunç elini yüzüme doğru uzatmaya başladı. Korkunç diyorum evet kesinlikle öyleydi. Sivri beyaz tırnakları vardı, tırnaklarının tutunduğu parmakları neredeyse yetişkin bir insanın parmakların iki katıydı ve sanki bu uzunluğa boyun eğmişçesine bükülmüşlerdi, hiç düz olmamışçasına. Ve eli sımsıkı olmuş gergin bir kas yığınıydı ama buna rağmen oldukça zayıftı. El git gide bana yaklaşıyordu.
Sonrasını hatırlamıyorum. Ne yazık ki bayılmış olsa gerek zavallı zayıf bedenim.
Evet, daha önce de demiş olduğum gibi o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Artık dünya benim için eski dünya değildi. Ve artık burada yalnız olmadığımızı biliyordum. Burada kesinlikle yalnız değildik. Ve arayışım o şeyi bulmak adına yoğunlaştı. Kimisi karabasan dedi kimisi de basit bir kabus dedi. Ama ben biliyordum bu kadar basit olamazdı ve demiyorum ki kabuslar ve karabasanlar basit şeyler, ben onlara bahşedilen anlamların basitliğinden bahsediyorum.
Arayışlarım sonsuzluğun çukurlarında tek bir saç telini aramak gibi bir şeydi. Ve o bana o geceden sonra hiç o kadar net bir şekilde görünmedi. Ama her beni izliyordu bir yerlerden ve bu his hiçbir zaman yerini huzura bırakmayacaktı sanki. Velhasıl geçen gece yeni bir düş gördüm. Sonsuzmuş gibi gelen bir çayırda koşuyordum. Yeşilin her rengi buradaydı sanki. Sonra yanımda bana eşlik eden o güzeli gördüm. Bu kadar güzel olamazdı bir insan. Bu güzellik çok fazlaydı bir insan evladına. Bu bir melek yahut onun gibi bir şey olmalıydı. Ve düşlerimin bana getirdiği bu güzelle koştum, rüzgarı bedenimde mutluluğuysa ruhumda doyasıya yaşayarak.
Ve erkekliğimi yaşadım onunla. Beni tamamlıyordu adeta, bedenimin diğer parçasıydı o. Mutluluk denizindeydim artık. Aşkının sarhoşu olmuştum. Ne kadar inanmak, hatırlamak istemesem de bu bir rüyaydı. Ve günler geceleri kovaladı, artık ayrılık vakti çok yakındı bana. Ve o anda onun da bu durumdan haberdar olduğunu hissettim. Ve o masum bakışlarındaki huzur verici güzellik sözlerine aktı, o sözler de ömrüme ömür kattı adeta.
Bana onu bir daha göreceğimi ve eğer arzularsam onu sonsuza dek ayrılmak zorunda kalmayacağımız bir yerde bulabileceğimi söyledi. Ve artık gitmesi gerektiğini ekleyerek sonlandırdı o güzel tınısını konuşmasının ve dudaklarını dudaklarıma yaklaştırırken hissettim bir buz yeli gibi nefesini. Sonra bir veda öpücüğü verdi bana, dondurucu ve bir o kadar da tutkuluydu. Sanki o öpücük beni sonsuza dek ona bağlamıştı. “Cevabını verdiğinde sana yolu gösterecek” gibi bir şeyler mırıldandı ve sonra aniden beliren bir sisle kaybolup gitti.
Sonra düşüyormuşum gibi hissettim ve kalbim neredeyse yerinden sökülüp gidecekmiş gibi çarparken ter içinde uyanıverdim yatağımda, beyaz çarşaflar içinde.
Neden öyle dediğini anlayamıyordum. Cevabımı zaten vermiştim. Sonsuzluğu onunla paylaşacaktıysam cevabım kesinlikle neresi olursa olsun gitmekten yanaydı onun yanına.
O kadar da yaşlı bir bedene sahip olmadığımı tahmin ettiğinizi ummaktan vazgeçip bir lise öğrencisi olduğumu bildirme gerekliliğini hissettim şu anda. Hiçbir zaman gerekçeler üzerine uzun süreler kafa patlatmadım şimdi de niçin bunu yazdığımı uzun uzun anlatmayacağım. Belki de bu dünyadaki vaktim kısalıyor, bu nedenden ötürü yazmaktan çekiniyorum, evet belki de bu olabilir. Ama bana göre her şeyin bir zamanı vardır ve ilahi gücün takdir ettiği zamanlarda vuku bulacaklardır bu olaylar. Neyse çok uzattım lafı.
O gün okulumun kapısından içeri girdiğimde gayet normal bir güne başlıyor gibi hissettim kendimi. Uzun zamandır hoşlandığım kız yine aynı tavırlarla kendini bir yaklaştırıyor bir uzaklaştırıyordu benden. Ne olduğunu bilmiyorum, belki basit bir aşk oyunu ki hissettiklerim kesinlikle aşk değil o kıza karşı ya da basit bir çelişkide hapsolmuş o da.
Onunla boşuna zaman harcadığımı düşünsem de bedenim ona ya da onun hemcinslerinden birine ya da birçoklarına mecbur. Bedenim bunu çok sık hissettirmeye başladı bu günlerde. O bir araç kesinlikle bir amaç değil, olmadı ve olmayacak. Dün gece rüyayla karışık yaşadığım o duygulara yol veren güzelde buldum ben aşkı. Sonsuz bir mutluluktu yaşadıklarım. Adeta bir dakikanın içine hapsolup haftalar, aylar geçirmiştik birlikte, yeşilliklerin bağrında güneş ısıtırken aşkla çoktan yanıp kavrulmuş bedenlerimizi bir kez daha. Onu tahmin sınırlarınızın haricinde diye tanımlayabileceğim bir ölçüde seviyordum. Sonsuzluktan öte bir kavram bulamıyordum kelime dağarcığımda ne yazık ki. Ve bu sonsuz aşkın kölesi olmuştum adeta. Bedenim her an o güzeli arzuluyordu ve onsuz geçen her an aldığım her soluk beni boğuyordu adeta.
Şimdiye kadar tanımadığım duyguları tatmıştım onunla beraber ve belki de bunların hepsi sonu çoktan gelip geçmiş güzel bir rüyanın parçalarından ibarettiler. Böyle olduğuna inanmak istemiyorum. O kesinlikle var olmalı ve bedenim onunla aşka doymalı. Belki de hissettiklerim yoğun bir cinsel arzunun etkilerinin ruhumdaki tezahürlerinden ibaret. Bilmiyorum eğer tüm bunlar birer yalan ve rüyadan ibaretlerse bilmeyi de arzulamıyorum.
Zaman onu takip etmemden vazgeçmemi umuyormuşçasına hızla akıp geçerken ben de onu bir gün olsun daha şaşırtıyor ve takip ediyorum zar zor. Artık rutin haline gelmiş bazı şeyler bana gereksiz geliyor hayatımda. Bir insan olarak bu dünyadaki hayatım sorguluyorum. Niçin burada, böyle duruyorum ya da neden bu satırları yazıyorum şu anda ve bunları yapışımın altındaki tetikleyici sebepler beni hangi yöne doğru sürüklüyor? Bu sorulara cevap vermek oldukça zordur. Lakin imkansız değildir.
Bugüne çok da uzak olmayan bir zaman dilimi içersindeyken bu dünyadaki amacımın ölümsüzlük olduğuna kanaat getirmiştim. Bakıyorum da hala bu davada çaba sarf ediyorum. Neden mi? Cevabı zaten gözlerinizin önünde akıp gideduran satırlarda saklı ya da apaçık duruyor. Bu kesinlikle size bağlıdır.
Ve ölümsüzlüğe biyolojik olarak ulaşamayacağımı öğrenince yahut bu durum bana zorla öğretilince derin bir hayal kırıklığıyla baş başa kaldım. Kesinlikle büyük bir hayal kırıklığıydı bu çünkü hayatımı ona göre planlamıştım ve ömrüm zamanın akışına karşı koyarken hayat pınarından yudumlar almayı da ihmal etmeyecekti. Ne yazık ki hayal kırıklığıyla tanışmak da gerekiyordu ve bu olay ne kadar erken olursa acısı da o denli az olacaktı. Hayal kırıklığına uğradığın konunun ciddiyetine ve zamanına göre akıl sağlığını dahi kaybetmek mümkün olmaktadır.
Ve ne mutlu ki hala akli sağlığımı muhafaza etmekteyim. Ya da hala öyle olduğunu hayal ederek yaşamaya devam etmekteyim ki bunu düşünmek bile hemencecik keyfimi kaçırmaya yetiyor.
Sonra, gelen günler boyunca okudum. Okuduğum her satırda ölümsüzlük arzusunu bir kez daha tattım. Birçokları bu arzularını dindirmek uğruna kendilerini satırların ve harflerin bağrına hapsetmişlerdi ve yazıları onların hayatlarının tek amaçları olmuşlardı. Lakin bu fikirler bana pek de inandırıcı gelmiyordu sadece çok kapsamlı bir hayalden ibaretti ve ne kadar da büyük birer hayal olduklarına da bakarsak, ölüm vakti gelip çattığında yaşatacağı hayal kırıklıklarının boyutları da inanıyorum ki benim için olduğu kadar sizler için de aşikardır.
Ve bana göre yazmak bir aşktı ve aşk sadece karşı cinse duyulan cinsel dürtüden ibaret değildi. Aşk onu aradığın her yerdeydi. Ağaçta, denizde, kumda ve hayal edebildiğin yahut hayal gücünün ötelerin dahi ulaşan her yerdeydi. Ve ben aşkta bulum benliğimi. Yazmak ve okumak birer aşktı ve aşkı tatmak duyuların en güzeliydi. Sandığınızın aksine ben düşüncelerimi ölümsüz kılmak için değil sonsuz mutluluğa ulaşmayı hayal ettiğim için yazdım. Yani anlayacağınız ben mutlu olmak arayışı içerisinde kaybolmuş bir yolcuyum. O yolcu ki mutluluğu önceleri çok kereler tatmış ama aradan geçen zaman ona mutluluğun tadını dahi unutturmuş.
Belki çok anlamsız oldu mutluluk uğruna yazmak ama durum bundan ibaretken bunu çarpıtmak yalanlara sığınmak demekti ve aşkı bulduğum satırlardan kafamı kaldırdığım sınırlı zaman dilimlerinden birinde onunla göz göze geldik. Ve gözleri gözlerime tutkuyla dolu kaçamak bakışlar atarken kalbimdeki şiddetli çarpıntıyı hissettim. Daha önce hiç olmamıştı böylesine bir heyecan evet bir heyecan. Bu aşk değildi, olsa olsa karşılıklı cinsel etkilenmeydi ve heyecana yol veriyordu tenimin derinliklerinde. Niye hala aşkı, sevgiyi ve heyecanı sınırlandırmaya ve kalıplara hapsetmeye çabalıyorum bilmiyorum. Belki de cevap da bilmememden ileri geliyordur. Evet, durum kesinlik bilmeyişimdendir. Çünkü beni adem bilmediğine karşı hırçındır ve ister ki bilmedikleri onun aklına ve gözüne bilinir kılınsın ve belki de ben de içimdeki alevi bilinir kılmaya çabalıyorum.
Velhasıl uzun zaman duygularımın içinde hapsoldum. Ve ben artık bildiğim yahut bildiğimi sandığım ben değildim, değişmiştim. Geri dönülmesi olanak dahilinde olmayan bir yola girmiştim.
Rüyalarımı süsleyen güzeli hasretle bekleyerek geçiriyordum artık günlerimi ve gecelerimi. O güzelin ruhumda bıraktığı her şey güzelliğin tezahürleriydi adeta. Sanki o güzel Platon’un bahsettiği İdealar Dünyası’nda çıkagelmiş güzellik ideasıydı. O adeta dünyadaki güzelliğin kaynağıydı ve o kaynak ki benim kana kana içtiğim yaşam pınarımdı. Onsuzluk, onun varlığın bir yerlerde beni bekliyor olduğu gerçeğinden mahrumiyetimi, mahrum olduğum günleri düşündükçe boşa geçmiş yıllarımın ardından bir ağıt tutturmak geldi içimden.
Ve sonra hemencecik vazgeçtim bu anlık fikirden. Çünkü ben bir amaç uğruna yaşamıştım onca sene ve onun varlığına ulaşmak uğruna birçok araç kullanmıştım. İşte tüm bu arcılar, araçlar onu gördüğüm, görmüş olduğum günün tam anlamıyla o gün olması için vuku bulmuşlardı.
Artık ne korku vardı tenimin içerisindeki ruhumda ne de mutluluk ve heyecan haricinde kalan karamsarlıkla eşdeğer başka bir duygu. Artık ben, benliğimi onun benliğinde hissediyordum. Sanki o yanı başımdaydı ve belki de gerçekten yanı başımdaydı lakin gözlerimin görebildiği renklerden çok uzaktaydı.
Velhasıl arzular bir şelaleyse ben o şelalenin dibinde, arzulardan kana kana içen ve sarhoşluktan yıkılıncaya kadar arzularında yıkanandım. Ve beni onun varlığını hayal etmekten hiçbir şey mahrum kılamazdı. Onu tam da kalbimin ortasında hissediyordum. Ve onun bana bahsettiği zamanın gelip çatmasını hasretle bekliyordum.
Kah bir içki şişesinde kah bir tiyatro sahnesinde arıyordum onu. Ne yazık ki bulamadım günler birbiri ardına doğup batıyor ve aylara denk geliyorlardı. Artık bitap düşmüştü bedenim, gelmeliydi aşkım. İnanmak istemiyor tutunuyordu onun hayaline ruhum ama bir kenardan da sapkın, belki de gerçeğin ta kendisini ifade etmekte olan düşüncelerim kemiriyordu hayallerimdeki güzelin tezahürlerini. O düşünceler ki aklımdan savuşturmaya çalıştıkça bir virüs gibi yayıldılar ruhuma ve bedenime.
Artık bir elin parmaklarıyla sayılıyordu güneşin gezegenimi dolaşmaları bir ucundan diğer ucuna dek aşkımı ilk gördüğüm andan sonra.
Hayallerden ibaretti aşkım ve onun gelmesini bekledim. Rüyalarımda vuku bulduysa bile rüyalara yattım günler ve geceler boyu onu rüyalarda da olsa görebilme umuduyla.
Bu yazıda aşkımın ilk anlatılışı bir rüya ileydi. Ruhum hala öyle olmadığını savunuyor. Ve ruhum haklı o bir gün tekrar gelecek kollarıma ve ısıtacak onsuz geçen her gün biraz daha soğumuş, buz kesmeye yüz tutmuş yüreğimi arzularımla. Ve sonsuza kadar sarıp sarmalayacağım onu, bir daha bırakmayacağım, gidip beni benle bırakmasına izin vermeyeceğim. Tutkum gözlerimi köreltmeye başlıyor. Buna engel olmalıyım ve arzularıma dizgin vurmalıyım.
Ama söylemesi kolay ancak bunu yapmaya gelince biliyorum ki durduramayacağım içimden gelen azgın duygu selinin köpüklü sularını.
Bu gece içimde bir his var, o gelecek hissediyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Gözlerimden tarifi imkansız yaşlar boşanıyor korku nedir bilmezken ve anlamsızlaşmaya başlıyor her şey, her yeri karanlık kapladığında. Ama diyorum, o geliyor. Niçin korku var bedenimde ve niçin içimde mutluluğu ve korkuyu aynı anda yaşıyorum.
Perdeyi aralayıp derin gökyüzünü seyre koyuluyorum. Sonsuz derinliklerdesin, hissediyorum ve bana geliyorsun. İnkar etme, o geceden sonra, o yeşillerin arasındaki günden sonra artık birbirimize bağlandık bunu inkar etme güzelim diyorum sessiz çığlıklarımda.
Ama duyulmuyor biliyorum ki çığlıklarım hiçbir beni adem tarafından. Önemli mi sanki bu ben isterim ki o duysun ve kollarımda bulunsun. Artık bu sevdadan çektiğim acı yeter güzeller güzeli. Gel ve al beni koynuna, gerekirse götür senin diyarına. Seninle olduktan sonra her yer bana güzel gelir aşkım...
Ve kapı kolundaki tıkırtı kalbimi bir anda durduracakçasına heyecanın seline sürüklüyor. Kapı yavaşça açılırken delicesine atan kalbimin sesi haricinde bir ses gelmiyor kulaklarıma. Ve onu görüyorum onu. Benden korkuyu alıp götüreni bekler iken korkularımın ta kendisini görüyorum.
O tam karşımda duruyor. Tarif edilemez korkular ruhuma ıstırap olurken, gözlerimden oluk oluk kanlı yaşlar geliyor ve bana şöyle diyor onun sesiyle, aşkımın sesiyle; “ İşte tatlım söz verdiğim gibi seni almaya geldim....”


ALTINCI BÖLÜM


Ahmet Bey’in gözlerinden iki damla yaş süzüldü yanaklarına doğru. Sonra yeni bir müşteri bindi arabasına. Adam siyahlar bürünmüştü tam anlamıyla. Hava soğuktu diye normal karşıladı ama şöyle bir süzmekten de kendini alamadı. Siyah bir pardösü ve aynı renkte bir kaşkol vardı üzerinde. Ayağına bir pantolon geçirmişti aynı renkte ve kafasına siyah bir fötr şapka takmıştı.
Nereye gideceğini sordu, adamdan bir cevap gelmedi. Sonra arkasını döndü ve tekrar aynı soruyu sordu daha doğrusu sormak istemişti. Soramadı çünkü. Kelimeler ağzında tıkanıp kalmış, ses olup dilinden dökülememişlerdi.
Siyahlara bürünmüş adam rahatça oturmuş, Ahmet Bey’e bakıyordu gözleriyle; turuncu alevlerle yanan o gözlere, gözbebekleri olmayan o gözlere.
Ahmet Bey neye uğradığını şaşırdı. Kaçmak istedi olmadı, yapayalnızdı. Çaresizdi, çaresizliği ve ölümüyle baş başaydı. Ölüm, o uğursuz ağzını araladı. Temiz, bembeyaz dişleri gözüküyordu hafiften ve ardında bir yangın vardı sanki, bu öyle bir yangındı ki turuncu alevleri Ahmet Bey’in suratına kadar ulaşıyordu adeta.
Bu anı daha fazla anlatmak istemiyorum. Ahmet Bey öldü, en kolay açıklama bu olsa gerek zavallı adam için.
Taksi ertesi sabah alevler içinde bulundu, içindeyse dehşetle gerilmiş yüz hatlarına sahip yanmış ceset, Ahmet Bey bulundu. Gece boyunca alevler içinde kalmış olması bile ne denli yoğun bir dehşetle karşı karşıya kaldığını gölgelemek hususunda başarılı olamamıştı.
Ardından gözyaşı döken olmadı, olamadı. Karısı da hastaneye kaldırıldı. Ona kötü haber söylenmedi. Söylense de fark etmezdi zaten. Hayırsever bir hemşirenin odasına koyduğu bir demet çiçekten farksızdı, günden güne soluyordu.


YEDİNCİ BÖLÜM



O uğursuzlukların ruhumda yarattığı izleri silmem mümkün değil. Bir deli gibi sürekli kablolu televizyondan apartmanın güvenlik kamerasını izliyorum. Sanki ağabeyim o kapıdan gelecek ya da daha önce, on dört gün önce girdiği o kapıdan çıkacak. Bunların olmayacağını biliyorum ama olacaklarına inanmak istiyorum.
Bu ruh halimden dolayı oldukça üzgün olan ailem, belki de kalan çocuklarını korumak için ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Gitmediğimiz doktor kalmamıştı neredeyse İstanbul’da. Ama hiçbir netice alamadılar. Benimse aklım hep kameranın olduğu o kanaldaydı.
Sonunda yaz geldi ve yazlık evimize gittik. İstanbul’a o kadar uzak değildi. Bir, bir buçuk saatte gidilirdi oraya. Gittik de zaten. Açık hava, deniz, güneş iyi gelirmiş diye söylemiş doktorlar. Onlar da hemen yazlığa götürdüler beni apar topar. Aslında doktorlar haklı sayılırlar. Ömrümün şu son dakikalarında, bir an olsun huzuru bulduğum o anları hayal etmek ne de güzelmiş. Her şey çok güzeldi ta ki o uğursuz gün hayat ırmağıma su oluncaya dek. Bütün ayrıntılarını daha dünmüş gibi anımsıyorum.

Hayat ne zaman, nasıl bir sürprizle beni şaşırtacağını biliyor. Ruhumun huzuru bulduğunu zannettiğim o güzel günde başladı her şey.
Denizden gelen hafif meltem tenime huzuru taşıyor idi. Bu olağanüstü rüzgar, ruhumu bütün sıkıntılarından uzaklaştırıyordu.
Gökyüzünde tek bir parça bulut bile yoktu. Rüzgar, hafif esintisine ara verdi. Tekrar başlamasını umarken açık havanın keyfini çıkarmak arzusu ile attım kendimi hamağın üstüne.
Cennet bahçelerini de ancak bu kadar huzur dolu olabilir diye düşünürken, o çığlığı duydum. Derinden ve insanı iliklerine kadar korkutup, ruhunu donduran o korkunç çığlık.
Bedenim olduğu yerde kaskatı kesildi. Ne yapacağımı bilemeden gözlerimi çığlığın geldiği yöne doğru çevirdim. Evden geliyordu. Benim yaşadığım evden, şu anda boş olması gereken evden!
Tüylerim istem dışı bir şekilde diken diken oldu. Rüzgar tekrar esmeye başladı. Bu kez huzuru değil korkuyu bedenime doğru saldı rüzgar. Kasvet yüklü soğuğu yarı çıplak bedenimi sardı. Bulutsuz gökyüzü kara bulutların istilasına uğramıştı.
Hamağın yanında korkudan titreyerek dikili kalmıştım. Bir heykeli andırıyor olmalıydım korkudan beyaza vurmuş tenimle beraber.
Çığlık yerini garip konuşmalara bıraktı. Sisin yavaşça bileklerime değmesiyle tekrar irkildim. Bu manzara daha önce hiçbir şekilde hayal dahi edemeyeceğim kadar korkunçtu. Sis dizlerime kadar ilerledi beni yutmasından korktuğum sisten kurtulmak için evden uzağa doğru koşmaya başladım.
Evden çok uzakta olmayan ve her daim ışıl ışıl olan çay bahçesine geldiğimde yaşadığım şoku ömrüm elverdiği süreç içerisinde bir daha yaşayabileceğimi zannetmiyorum.
Sonra bir el beni omzumdan kavradı. İğrenç uzun yer yer kırık ve çatlak olan tırnaklar midemi fena halde bulandırdı. Derisi buruş buruştu. Esmer bir renge sahipti. Tam arkamı dönecektim ki, sonsuz uçuruma doğru inanılması güç bir hızla yuvarlanmaya başladım.
Korkunç siluetler anlık görüntüler olarak gelip gidiyorlardı. Tutunacak bir yer arıyordum ancak karanlığın sonsuz boşluklarında yapayalnızdım. O kadar hızlı düşmeye başladım ki bu sonsuz gibi görünen çukurda artık gözlerimi dahi açamıyordum.
Sonra korku yerini huzur aldı. Gözlerimi açtığımda yatağımda uzanmaktaydım. Bütün bu olanlar sadece bir kabustu.
Kabusun etkilerini üzerimden atmaya çalışarak ayağa kalktım. Tam kapıyı açacakken yere bir kağıt düştü, bir not. Annemden di. Şöyle yazıyordu.
“Oğlum, baban ve ben alışverişe gidiyoruz. Biraz geç kalabiliriz. Dolapta yemek var. Bizi merak etme.”
Evde yapayalnızdım. Korkacak bir şey yoktu. Hava oldukça sıcaktı. İnsanlar denize giriyordu. Bir kısmı da kumsalda güneşlenmekteydi.
Sert bir fincan eşliğinde kahvaltımı yaptım. Denizden esen hafif meltem beni oldukça davetkar bir şekilde kendine çağırıyordu. Dalga sesleri adeta denizin beni davet eden şarkısının nakaratlarıydı.
Bu kadar güzel bir daveti geri çevirmek olmazdı. Su o kadar da soğuk değildi. İnanılmayacak kadar çok mutluydum. Su o kadar berraktı ki ayaklarımın yanında dolaşan balıkların şirin renklerini ve minik yüzgeçlerini rahatlıkla görebiliyordum.
Bu güzellik beni büyülü bir güzellikle iç içe olmaya davet eden bir şarkının ilk sözleriydi. Daha sonra şarkı yükselecek ve huzur sadece huzur bana kalacaktı.
Bu güzel hayaller ışığında aydınlanmış gözlerim suya dalmadan evvel son kez gökyüzüne baktı. Her zamankinin aksine suya dalınca gözlerim yanmamıştı.
Suyun dibinde kumarlın arasında renk cümbüşünü andıran binlerce taş bana göz kırparak hoş geldin diyorlardı. Sualtı dünyasının büyüsüne kapılıvermiştim.
Lakin ben bu dünyaya ait değildim. Oksijeni ciğerlerime çekmek gerekiyordu. Bu yüzden bu güzelliğe kısa bir süre için veda edip su yüzeyine çıkmak için hareketlendim.
Suyun yüzeyi gitgide yaklaşıyordu. Yüzeye yaklaştıkça suyun ısısı da kendiliğinden artmaktaydı.
Her şey bu ana kadar muhteşemdi. Ama suyun yüzeyi adeta en sağlam metalden örülmüş bir tabakaydı. Garip bir şekilde suyun altında mahsur kalmıştım. Ciğerlerimdeki oksijen azalırken çırpınışlarım boşunaydı. Her yer bulanıklaşmaya başladı sonra yine sonsuz karanlık, yine bir düşüş ve yine yatağım.
Her şey çok garipti. Ayağa kalktım. Bu sefer not yere düşmedi zaten yerdeydi. Kahvaltı önceden yaptığımı söylercesine bıraktığım gibi masada duruyordu. Ve en korkuncu mayom ve bedenim ıslaktı. Tuzlu su yerlere damlıyordu.
Bu nasıl olabilirdi? Kafam daha önce hiç olmadığı kadar karışmıştı. Her şeyin başladığı yer hamaktı. Hemen balkona koştum ve oraya baktım.
İstem dışı attığım çığlık ruhumu aleve vermişti adeta, kendimi bu korku dolu sahnede hapsolmuş buldum. Çığlık atmam hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Ancak insani bir tepkiydi ve durduramıyordum.
Hamağın yanı başında dikilmiş duran ve solgunluğuyla bir heykeli ve beklide bir hayaleti andıran kendimi görüyordum. Hamağın etrafındaki sis bulutu yükselmeye başladı. Yavaş yavaş beni yani onu sardı. Sonra o yeni ben neyse işte biliyorsunuz kaçtım. Şimdi ikinci katın balkonundan donuk buz mavisi renge bürünmüş denizi ve bana doğru yaklaşan sisi izliyordum.
Kendi kendime bunun kötü hem de çok kötü bir rüya yani kabus olduğunu tekrar tekrar söylüyordum. Tanrıya beni bu kabustan uyandırması için yalvarıyordum.
Sonra dua ederken söylediğim sözlerin anlamadığım bir dilde olduğunu fark ederek irkildim. Bu, bu imkansızdı. Tamamıyla imkansızdı.
Kendimden gerçekten kendim olup olmadığından şüphe duymaya başladım. Hızla banyoya koştum. Aynanın karşısına geçtim.
Gayet normal görünüyordum. Ve, ve her şey bitmiş olmalıydı. Her şey oldukça normal gözüküyordu. Bitmişti. Kurtulmuştum.
Ama eğer bu bir rüya ise uyuyor olmalıydım. Yani yatağımda olmam gerekiyordu. Tedirginlik bedenimde hüküm sürmeye başlamıştı. Yavaş ve temkinli adımlarla odama doğru koşmaya başladım.
Kapımın önünde durakladım. Kendi kendime her şeyin bittiğini ve kendi odama huzura doğru sadece bit tek engel kaldığını o da yatağıma açılan odanın kapısı olduğunu tekrar hatırlattım.
Elimi kapı koluna götürdüm. Kapımda minik bir problem olduğundan sertçe açmam gerekiyordu. Ve “tık” sesiyle birlikte açılan kapımın ardından uzanan yatakta birinin uzandığını gördüm.
Tüylerim diken diken olmuş gözlerim dehşetle açılmıştı. Bu bendim. Dudaklarımda garip bir sırıtışla bu garip manzaraya daldım. Sırıtış yerini yavaşça tedirginliğinin krallığında bir esir düşmesine neden olacak somurtma ifadesine çevirdi. Artık akıl sağlığımın ne kadar yerinde olduğundan emin değildim. Ne yapacağımı ya da ne yapmak gerektiğini bilmiyordum. İkinci kez kendimle karşı karşıya geliyordum hiçbir ayna olmaksızın.
Evet, anahtar kelime “ayna”. Bir aynaya bakmalıydım. Yo, hayır. Daha demin bakmıştım. Banyoda önceki gün yanlışlıkla çatlattığım aynaya bakmıştım.
Şimdi bulunduğum durumdan akıl sağlığım yerinde kurtulmak istiyorsam yapacağım yani yapmam gereken yegane şey gidip ağabeyimin odasındaki sağlam boy aynasına bakmak olmalıydı.
Düşünmekte olduğum şeyler delice geliyordu. Ama kısa bir zamanda başımdan geçen şeyleri şöyle bir hatırlamaya çalıştığımda yaptıklarımın bunlardan daha delice olmadığını gösteriyordu.
Ağabeyim ile geçen hafta içindeki bir konuşmamızda bana iyi saatte olsunlar ile ilgili birkaç garip öykü anlatmıştı. Bunlar dar kafalı zihniyetlerin anlamsız korkularıydı. Hareket eden siyah siluetler. Çatı katından gelen tıkırtılar, gece ölen baykuşlar gibi anlamsız korku unsuru demeye dilimin varmayacağı şeylerdi.
Korku şuanda yaşadıklarımdı. Bunun bir rüya olmasını ve kalkınca unutulan cinsinden de olmasını Tanrı dan onlarca kez diledim.
Adımlarım beni koridorun sonundaki odaya ağabeyimin odasına doğru götürmeye başladı. Evdeki tüm kapılar kapalıydı. Her sabah bir iki saat böyle olurdu. Annem bütün odaların camlarını açar ve odaları havalandırırdı. Kapılar açık olunca da sertçe birbirilerine çarptıkları için sürekli kapalı tutardı annem kapıları.
Odanın kapısını yavaşça açtım ve içeri girdim. Aynada nasıl göründüğümü garip bir merakla bakmak için korkuyla titreyen başımı yukarı kaldırdım. Karşımda sadece duvar vardı. Arkamdaki duvar. Ben yoktum, yok…
Aynada yok olmuştum. Akıl sağlığımı tamamıyla kaybettiğime karar kılmıştım. Hızlı adımlarla banyoda ki aynaya yöneldim. Tam kendime bakmak için odaya girecektim ki kendimi yani onu aynada kendine bakıp saçlarını tararken buldum. Sivilcelerimden birine bakmak için aynaya eğildiğimde yani eğildiğinde aynanın çatlak yeri büyük bir şangırtıyla onun üzerine devrildi. Ayna parçaları bedeninde derin yaralar bırakarak onu ayaklarımın önüne serdi. Boğazına yakın bir yere saplanan aynanın sivri uçlu bir parçası kanının içinde sapasağlam durmama sebep oldu.
Gözlerim çılgınlar gibi etrafa bakıyor, bu olanlara bir anlam vermeye çabalıyordu. Ama bütün bu çabalar sonuçsuz kaldı.
Cesedimin yanında ayakta durmaktaydım. Bu nasıl olabilirdi? Dizlerim titremelere dayanamayarak yere devrilmeme sebep oldu. Elimi saçlarımda gezdirirken ılık kanımın tenime değmesine izin verdim. Korkunç bir ılıklıktı bu.
Bu iğrenç görüntüye daha fazla dayanamayıp yere yığıldım. Baygın geçirdiğim dakikalar saat, saatler günler oldu.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama uyandığımda yatağımdaydım. Ellerimde pıhtılaşmış kanı hissettikten sonra artık korku dolu bu iğrenç dünyada olmak istemediğimi haykırdım. Sesim yine yabancı bir lisanda çıktı dudaklarımdan.
Yatağımda çıkmaya korkuyordum. Daha fazlasını kaldırabileceğimden şüpheliydim. Bende sonuçta zavallı bir insandım. Diğerlerinden hiçbir farkım yoktu. Niye acı çekiyordum o zaman.
Sonra odamın kapısı aralandı. İçeri giren babamdı. Bana bir zamanlar çok iyi anladığımdan başka bir şey hatırlayamadığım bir lisandan içimi rahatlatan bir şeyler söyledi.
Sonra babama, babama teşekkür ettim.
Teşekkürüme karşılık bana sarılıp, beni öperek moralimi yükseltmesini beklerken garip mimiklerle bezenmiş suratına bakakaldım.
Sonra titreyen sesi ile bana bir şeyler söylemeye çalıştı ama boşuna, anlayamıyordum. Tek bir kelimesini bile.
Sonra annemin hıçkırıklarla bezeli ağlama sesi ve ağabeyimin onu telkin etmeye çalışmasını duydum. Sözlerin manalarını anlayamasam da böyle olduğunu tahmin edebiliyordum.
Ruhumu korkunç bir ıstıraba boyun eğmiş ölmeyi umut ederken içeri bir sedye taşıyan iki beyaz önlüklü adam girdi.
Babama gitme, beni bırakma diye elimi uzattım ama tırnakları görünce uzun yer yer çatlamış, buruşuk esmer ten üzerindeki o tırnakları aklımı tamamıyla yerinden alıp deliliğin hüküm sürdüğü sarp kayalıklara bezeli vadilere taşıdı.
İstem dışı çığlıklarıma ve feryatlarıma engel olamıyorum. Ölüm belki de tek kurtuluş yolu. “Allah’ıma bana acı dolu bu hayattan bir kurtuluş nasip et, kurtuluş ölüm olsa bile”
Elveda, yaşadıklarımın manasını çözemeden bu bilmece dolu hayata gözlerimi son kez yumma umuduyla bana verilen sakinleştiricilerin götürdüğü uyku imparatorluğuna yol alıyorum…


SEKİZİNCİ BÖLÜM


Oğlum intihar edeli iki gün oldu. Bu yazıları yazmak tahmin edebileceğinizin de ötesinde acı veriyor zavallı ruhuma. Önce büyük oğlum sonra da diğeri, bir babanın yüreği ne kadar sağlam olabilir ki Allah’ım bana bu kadar yük ve acıyı nasip ettin.
Oğlumun yazlığımıza gitmeden önceki kış boyunca izlediği apartmanın güvenlik kamerasını izlemeye karar verdim. Neydi onu bu garip düşüncelere salan. Abisinden bahsediyordu. Kabullenemiyordu. Abisi eve gelmekten olduğu sırada içinde bulunduğu taksinin lpg deposunu patlaması sonucunda, yanarak can vermişti. Ama o buna inanmak istemiyordu.
Ne kadar acı çektiğimi bir ben bir de Allah bilir.
Hastanede sürekli yazılar yazardı evladım. Zaten aklını yitirmeden evvel de bir yazar olmaktı tek hayali. Bugün o yazıları yollamışlar bana. Son gün yazdıkları içimi burktu. Nasıl da iğrenç bir rahatsızlıktı ki onu bu hallere düşürmüştü. Ümidimiz doktorlara kalmıştı onlar bize oğlumun cenazesini verdiler. Ben onlara canımı emanet ettim, onlar benden canımı söküp aldılar.
Evladım son sinir krizine girmeden evvel şunları yazmış;

“Ya cin! Ya cin! Ya cin!”
Hava yavaş yavaş kararıyor bugün. Gökteki makamını terk etmekten hoşnut değil sanki güneş. Ve sanki aydınlattıklarının akıbetlerini biliyor ve bu acı kaderin vuku bulmasına mani olmaya çalışıyor...
“Ya cin! Ya cin! Ya cin!”
İçimde tarif edilmesine imkan veremediğim garip hisler duyumsuyorum. Öyle hisler ki sanki uzun yıllardan beri, beni ademe musallat olmamış bir belanın öncüleri bunlar. Nasıl emin oluyorum? Bana bunları sormayın, tedirginlik bedenimi ve ruhumu, hükümdarlığının soğuk ve ürkütücü hudutlarına hapsetmişken bunları size anlatamam.
“Ya cin! Ya cin! Ya cin!”
Hava henüz kararmış değil ama uyku gözlerime doluyor. Buna karşı koymak imkansız. Bedenim uykunun ezici ağırlığı altında büzülürken, direncimin son kalesi de düşüyor ve ben de düşüyorum uykunun karanlık dehlizlerine doğru.
Esen rüzgar mı, düşüyor olmamın verdiği hava akımı mı bilmiyorum ama saçlarımı dalgalandıran, ruhumu bedenimden söküp atmaya ant içmişçesine beni savuran ve üstümdeki kıyafetleri bedenime zamklanmışçasına birleştiren bu rüzgar, beni derinlere götürüyor. Bu derinlerde beni neyin beklediğine dair en ufak bir tahmine dahi sahip olamasam da içimdeki korkunun yeşerip dallanmasına ve kan kokan çiçeğinin açmasına engel olamıyorum.
Ve tek tesellim bildiğim her çiçeğin açtığı kadar hızlı bir şekilde solduğudur. Her iyi şeyin bir sonu varsa bunun tersinde de aynı durum tecelli etmeli. Tasavvur etmekten hiç haz duymadığım düşüncelerin aklımda dolaşması sinirlerimi tahmin edemeyeceğiniz surette yıprattı.
Artık alıştığım rüzgar da nihai sonunun bulunduğu limana demir attı. Ve benim için yolculuk sona erdi bu limanda, artık inmeliyim görmek için rüzgarın beni sürüklediği yabancı hudutları.
“Ya cin! Ya cin! Ya cin!”
Kulaklarımda bu sesleri duymam şu andan çok öncelere uzanır gider ve bunları inkar edemeyecek kadar boğulmam ruhumun buhranlarında bir kaç dakika öncesindedir henüz. Evet, bir insanın gırtlağından çıkmasına olanak vermediğim bu sözler uzun zamandan beri zihnimi meşgul etmekte.
Ne yazık ki akıl sağlığımı kaybetmiş olmaktan yahut insanların böyle düşünmelerinden çekindiğim için bu sözleri sakladım ruhumun en ücra köşelerinde. Ama bitmek tükenmek bilmez bir inatla devam ettiler ta ki bir gün sözlerle birlikte uyku ve rüzgar da gelinceye kadar zavallı bedenime.
Zavallı diyorum bedenime, kim olsa aynı fikirde olurdu benimle nedendir diye bir sual yöneltecek olursanız zatıalime vereceğim cevap basit, neresi olduğundan bihaber olduğum hudutlarda yalnız ve çaresizim. Korkuyorum, sesler artık daha ürkütücü bir tınıyla çınlıyor kulaklarımda. Yalnızım çok yalnızım ama düşündükçe seslerin kaynağını ki şekillendirmek çok zor bu sesleri bir vücutla, yalnızlığımın devamını diliyorum çaresice. Tanrı bu diyardan elini eteğini çekeli çok zaman geçmiş yahut tanrı bile bu diyarın varlığından bihaber.
“Ya cin! Ya cin! Ya cin!”
Sesler yine çınlıyor kulaklarımda, bu sefer ani bir irkilmeyle boynum sola doğru döndü ve uzaklara bakakaldım. İçimden gelen bir his bana o tarafta bir yerde olmam gerektiğini söylüyordu. Orada olmalıyım çünkü orada beni bekleyen bir şey yahut bir şeyler var. Eskimişliğin hatta çürümeye yüz tutmuşluğun kokusu geliyor, karşı koyulması neredeyse imkansız bu koku karşısında midemin hareketlenmemesinin.
Ve korkuyorum. Sonra şu sözler geliyor aklıma. Çok değer verdiğim bir kişini dudaklarından uzun zaman önce dökülmüş şu sözler; “Korkmaktan çekinme oğlum, korkunun sana vaat edeceklerini tasavvur et. Korku bir aynadır, hayat ta şifrelendirilmiş bir metindir eğer hayat dediğimiz bu anlaşılmaz metni okumak, okurken de anlamaksa niyetin korku aynasını hayatın üstüne tut ve gerçeklerle karşılaş, saf gerçeklerle. O zaman bugüne kadar anlamakta zorlandığın hususlarda açıklığa kavuşacaksın...”
Korkmaktan korkuyorum o zaman ve korkumu kullanarak gerçeğin kalbine giden yolun önünde uzanan kapıyı aralayıp yola başlıyorum. Uçsuz bucaksız bir çöl, neye ulaşmaya çalıştığımı dahi bilmeden, bilemeden yola alıyorum, içimde mutluluk ve heyecanla.
Yol hiç bitmeyecekmiş gibi görünürken bir serap görünüyor gözüme yahut gerçeğe olanaksız olarak bakıp onu böyle algılıyorum. Önemli olan bu değil, yorgunluktan kendimi adeta kor olmuş kumların üzerine bırakmam. Önce her şey çok sıcaktı. Sanki cehennem fani dünyada beni bulmuştu sonra sıcaklık uzaklaştı, uzaklaştı ve yitip gitti çocukluk hayallerim misali.
Artık karanlık bir mekandaydım. Karanlığa alışana kadar gözlerim nemli ortam hakkında su şapırtılarının taşlara vurmasından başka bir bilgiye sahip olamadım. Nihayetinde gözlerim karanlığa uyum sağladı, hayatın kanunu bu, uyum sağlamak, düzene ayak uydurmak, adeta onun bir parçası olmak. Şimdi düşünüyorum da karanlıkta kör olmak mı karanlıkta onun bir parçası olmaktı benim isteğim. Ne önemi var, ne zaman isteklerim çizebildi ki yolumu zaten. Hayallerimde bile kararlarımı veremezken özgürce karanlığın içinde görmüşüm ya da görmemişim ne fark eder. Zaten gördüklerim pek de görülesi şeyler değillerdi.
Nasıl izah edilir bilmiyorum ama anlatmam lazım. Yaşadıklarım zihnimde kaybolup gitmeden evvel, mürekkep şekillenip, hayatım olmalı kağıtlarda. Söylemek oldukça güç ama her şey çok tuhaftı. Sanki yaşadığımız dünyanın fizik kuralları orada geçerli değildi. Yer ve gök birbirini içinde erimişlerdi. Ve ben sahip olduğum yahut bugüne (o güne) kadar sahip olduğumu sandığım bedenime baktığımda ki buna bakmak denirse, bedenimin şekilsizliğini gördüm. Havadaki esintiyle birlikte dalgalanan ve insan kelimesinin varlıksal karşılığıyla yakından uzaktan benzerliği bulunmayan bedenim savruluyordu. Ne katı, ne sıvı, ne de buhardı. Bambaşka bir formdaydı varlığım.
Kendime bakmaya cesaretim kalmamıştı artık.
“Ya cin! Ya cin! Ya cin!”
Yine o sesler ruhumu kaplıyor ve ensemden aşağıya bir ürpertinin yayılmasına sebebiyet veriyorlardı. Allah’ım bu nasıl bir işkencedir. Varlığımın bu anlamsızlaşması da nedir? Bana niçin bu ıstırabı layık gördün? Ben ne yaptım ki?
Sorular zihnimdeki değişmez gerçekleri dahi zedeliyorlardı. Tanrı’nın varlığı konusunda bile şüphe tohumları atılmıştı artık. Ve önümde uzanan ıslak, kara merdivenler boyunca koştum. Oval şekiller çizerek yükselen merdiven bazen genişliyor bazen de daralıyordu ama ne yavaşladım ne de kalan merdivenin uzunluğuna bakmak için duraksadım. Sadece koştum, ruhumdaki buhranların bedenime kazandırdığı ivmeyle, ki bedenim varsa hala.
Koşmaya ara vermedim ama artık sert taş zemini, basamakları hissetmiyordum. Aşağı bakmaya gücüm yok. Gözlerimden yaşlar geldi ve gayri ihtiyari gözyaşlarımı sildim ve o zaman fark ettim eski bedenime yeniden kavuştuğumu ve dünyama.
“Ya cin! Ya cin! Ya cin!”
Hava kararmamıştı henüz. Güneş ısrarla gökyüzünde kalmaya çabalıyordu. Ama çabası boşunaydı. Her şeyin bir sona ulaşması engellemeye cüret etmememiz gereken bir husustu.
Rüzgar esmeye ve yağmur çiselemeye başladı. Hava kararıyordu ve karanlık anlamakta güçlük çekebileceğimiz sırlara gebeydi. Ve o zaman çığlığı duydum. Bedenimdeki tüm tüyler dikleşirken, iliklerime kadar korkuyu duyumsadım ruhumda. Ses arkamdan geliyordu ve kaldırım ortasında idim. Yanımdan geçen insanların istiflerini bozmaksızın yürümelerine devam etmeleri sinirlerimi alt üst etmeye yetmişti. Arkamda bir yerlerde bir şeyler hem lanetli denebilecek kadar kötü şeyler oluyor ve bundan hiç kimsenin haberi olmuyordu.
Arkamda bir şeyin bana yaklaştığını hissettim. Nefesini ensemde hissediyordum. Korkudan gözlerim yaşarmıştı. Titriyordum istemsizce. Yapayalnız ve çaresizdim onlarca kişi yanımdan geçip giderken.
“Ya cin! Ya cin! Ya cin!”
Ve yine o lanet olası ses çınladı kulaklarımdan ve bu kez farklı olan bir şey vardı, sesin nerden geldiğini biliyordum artık. Ses tam arkamdan geliyordu. Ve o akıllara zarar ses çıkarken nefesindeki çürümüşlük kokusunu hissettim. Korkuyordum tam da babamın dediği gibi ve arkamı dönmeliydim. Hayatımın dönüm noktalarından birinin tam üstünde olduğumu hissettim o anda.
Ve arkamı döndüm.
Karşılaştığım manzara karşısında küçük dilimi yutsam yeridir diye düşünüyorum şimdi. Çünkü arkamda hiç bir şey yoktu. Hava sadece hava vardı. Ve o anda bedenimdeki korku damar çeperlerime aşırı bir dirençle saldırıyor ve beni yok etmeye çalışıyordu. İçimden tam bu bir sınav, korkma hiç bir sınav yapılamayacak kadar zor değildir diyecekken yine o sesi duydum.
“Ya cin! Ya cin! Ya cin!”
Ve ses tam önümden geliyordu. O çürümüşlük kokan rezalet nefes burun deliklerimden içime sızdı. O şey her ne idiyse burnumun dibindeydi ama gözlerimin görebildiği hudutlarda çok uzaktaydı.
Ruhumdaki korkunun bedenime yaptığı saldırılar artık beni iyice harap etmişti. Şaşkınca etrafıma bakıyordum, sesim çıkmıyordu. Kelimeler boğazıma dizilmişlerdi ve ben dehşetle kana bulanmış gözlerimle etrafa bakıyor ve yardım etmeleri için sessiz çığlıklar atıyordum.
Ne kimse beni görüyor ne de hissediyordu. Sanki artık bu dünyada değilmişim gibi. Ve ben de seslerin kaynağını göremiyordum sanki o benim dünyamda değilmiş gibi. Nerede olduğumu bilmiyorum ama ne duyduğumu ve bu seslerin nereden geldiğini biliyorum ve son derece eminim.
Ben deli değilim. Ben kesinlikle deli değilim. Ve bana olanların gerçekliğinden en ufak bir şüphem yok. Sonra bayılıyorum. Bedenim bu yüke dayanamıyor. Ve uyandığımda kıpırdayamıyorum, beyazlarla kaplı dört duvarın içine hapsetmişler beni. Ben deli değilim. Ben onlardan yardım isterken, çırpınırken onlar beni görmediler, bana bakmadılar bile.
Ben deli değilim, onlar hiç bir şeyi görmüyorlar ve duymuyorlar. Beni çürüğe ayıranlar aslında kendi çürümüşlüklerinden bihaberler. Ben duyuyorum ve yakında göreceğim de, buna inanıyorum çünkü ben korkuyorum. Bile bile korkuyorum, korkmaktan korkuyorum. Ve bulacağım gerçeğin manasını korkumun bana sunacağı yolun sonunda veya herhangi bir noktasında.
İnanıyorum.
Onlar bana inanmasalar da fark etmez.
Korkuyorum. O geliyor, hissediyorum. Kıpırdayamıyorum. Bana yaklaşıyor. Tüylerim diken diken oldu. Kaçmalıyım, çırpınışlarım boşuna, kaderimden kaçış yok ve bu sefer her şey biraz daha değişik oluyor. İçeriye beyazlar içinde insanlar akın ediyorlar. Kolumu sıyırıyor bir tanesi ve bir sıvıyı zerk ediyorlar damarımdan içeri. Ama aralarından bana yaklaşanı göremiyorlar. İçlerinden bir kaç tanesi üşüyor ya da irkiliyor ama ne duyuyorlar ne de görüyorlar benim gibi...
“Ya cin! Ya cin! Ya cin!”



SONSÖZ


O sene, İstanbul’da hiç kar tatili olmadı. Kar, o sene İstanbul’u es geçmişti. Çok öğrenci üzüldü bu duruma ama hiçbirisi akıl sağlığını yitirmedi. Belki bir kaçı öldü ama sebebi karın yağmayışı değildi. O sene hiç kar yağmadı...




Haydar Eren AKIN

Dünde Bıraktıklarım

Nexus

İstanbul, Türkiye
Söyleceklerim olmaya devam ettikçe burada olacağım.