“10 lira!”
Sessizlik. Aslında bu sesler içinde oluşan bir sessizlik. İlgilenmediğim seslerin olmadığını farz ederek yarattığım sessizliğim.
“Buyurun. İyi günler.”
“Hayırlı işler. İyi günler.”
Şimdi her yer bana ait. Elimde akbilim; içinde de bir gün için fazlasıyla yeterli param… Ben efendisiyim yeniden şehrin. Arabesk sözler edilecek bir hava ve yalnızım. Daha ne olsun. Saat kaç oldu arayan soran yok. Belki de aramaya aramaya uzaklaştırdım kendimi herkesten ya da talihsizlik; herkesin aynı gün yapacak daha
acil işleri çıkıverdi. Olamaz mı? İhtimaller…
Pierre Loti!
Hedefim belirlendi. Doğru otobüsü bulmalıyım şimdi de. Hiç otobüsle gitmemiştim. Önemli değil; gerekiyorsa kaybolurum. Önemi yok gerçekten. Dolaşmalıyım. Sürekli hareket halinde olursam belki zihnim görüntü kalabalığından uyuşur. Bu da bana dinginlik getirir. Olamaz mı? İhtimalller…
Neden sonra vardım mezarlığa. Teleferik de ihtimaller arasındaydı ama seçmedim. Mezarların içinden yürümek istedim. Bembeyazdı özünde her biri. Ama her ne yana baksam parçalanmış taşlar, tozlanmış mermer ve de koyu lekeler görüyordum.
Öyle alelade bir anındaydım hayatın. Ne benim için dünya dururdu ne de yıldızlar yalnız bana yol açmak için bulutlara saldırırlardı masmavi ışıltılarıyla. Ellerim kıpırtısızdı; yürürken hareket etmiyorlardı. Lermontov’un dediği kişilerden biriydim artık sanırım.
“Hey, genç adam! Yardım eder misin?”
Bir an sesin nereden geldiğini anlayamadım. Kesin bir dilencidir dedim sonra da. Adımlarımı hızlandırdım. Uzaklaşmak istiyordum ondan ve rahatsız edici sesinden. Bu kadar da boşlukta değildim. Yokuş yukarı yürümek terletmişti; hızlanmıştım ya bir
de, sırtım buz gibi olmuştu rüzgarı da yiyince.
Herkesin bir Flitcroft anı vardır; ya fark etmezler ve yaşamlarına aynı olağanlıklarınca devam ederler ya da sil baştan derler. Ben kendi kırılma anımı
tattım o anda;
“Hey, sen!”
Önümde dikiliyordu yaşlı adam. Bastona sıkı sıkıya tutunmuş, yaslanmıştı. Bu şekilde, bu titremeyle ayakta duruyor olması bile başlı başına bir mucizeydi.
“Efendim?”
“Yardım etmeyecek misin?”
“Hayır!”
Yanından ve de mümkün olduğunca uzağından geçip ilerlemek istedim. Ama kendisinden beklenmeyecek bir hızla kolumdan yakaladı beni. Eli yanıyordu; kolumsa donmuştu.
“Ne yaptığını sanıyorsun? Çek elini!”
“Yardım etmen gerek bana!”
“Acelem var!”
“Yok acelen filan; bana hikaye anlatma.”
“Sana bir şey ispatlamaya mecbur değilim. Çek şu elini.”
“Peki, genç adam!”
Elini çekti. Şimdi de soğuktan titremeye başlamış kolum aşırı ısınmıştı. Yanıyordu. Koşarak uzaklaştım. Bir an olsun dönmedim. Ona bir kez daha bakmadan yolu tükettim.
Ezan sesiyle irkildim. Sanki hoca sol kulağıma okuyordu. Yere kapaklandım. Gözlerim kızardı; yaşlar boşaldı bir bir…
Ne istediğimi biliyordum ama ona birden ulaşmak beni korkutmuştu. (III. 236)
Perşembe, Şubat 25, 2010
Bölüm I - İpin Ucunda Nefes Nefese Kelimeler
Birazdan arkamdaki pencere pervazından kendimi boşluğa bırakacağım. Büyük ihtimal öleceğim ki ben de bunu istiyorum. Belki sakat kalırım; ötenazi isterim o ihtimalde de. İsviçre’ye ölüm seyahati yaparım; zaten görmek de istemiştim. Havalar da ısınıyordur oralarda; belki birkaç gün hastanenin camından yağan karı izlerim. Gideceğim yerde bir daha görebileceğimi sanmıyorum. Ama gitmem gerek. Bir an daha duramam burada.
Hikâye yazmayı sevdim aslında. Ama bir değeri yok ki. Tekrar okuyamıyorum bile; okuma isteğim de günden güne söndü. Ya sevdiğim yazarlar öldü ya da ölmüş yazarları sevdim; okuyacak bir şey kalmamıştı. Yazmaya başladım. Kendim için, bencilce… Başka bir şeyi de umursamıyordum. Sonra dalgaların hırçın sesleri geldi; ben kendimden de kaçıyorken neye yarardım ki artık. Ama bir şeye yararlı olmak mıydı ki yaşamanın esprisi? Hayır, fazlası da olmalıydı. Ben fazlasını ararken kayboldum. Ya hatalı üretimdim ya da hata raporu vermiş olandım. Önemli değil; cesur olup çıkma zamanı gelmiş işte oyundan. En iyi bildiğim şekilde olmalıydı ama gidişim. Son bir hikâye yazmalıydım. Ama ne yeri ne de zamanı şimdi; bu geçmişe akan bir hayat hikâyesi. Morgda ayrı bitiyor, doğumhanede ayrı…
İki sonum var; kim bilir, kim bilebilirdi ki bunu?
İlk sonumda ağlıyordum. Hatırlayamıyorum ama muhtemelen çığlıklar atıyordum; hiç değilse bana öyle anlatıldı. İkincisinde susacağım. Küskün gidiyorum. Onurlu bir mücadelenin onursuz ve de cesur sonu olmalı bu.
Telefonum çalıyor.
Açmalı mıyım? Belki de o en büyük filmlerin sonlarındaki gibi kırıp parçalamalı ya da bir çöp tenekesine atmalıyım. Ne de hoşuma giderdi aslında. Yapamıyorum ama. Açmak istiyorum. Son kez iyilik yapmak beni kaç kat yerin dibinden çıkarır hesaplayamadım ama… Ama açacağım birkaç kez daha lütfedip çalarsa.
“Efendim?”
“Nasılsın?”
“Pardon, tanıyamadım…”
“Üzgünüm, uzun zamandır aramıyordum. Yeni döndüm.“
“Leyla? Sen misin gerçekten?”
“Tanımayacaksın diye korkmadım değil bir an. Neden bu kadar şaşırdın ki? Her yıl mart sonu gibi gelirim İstanbul’a. Unutmadın değil mi?”
“Unutmadım tabii ama…”
“Neyse, mutlaka yine o hikâyelerinden birine gömülmüşsündür ya da şu bir türlü okuyamadığım kitaplardan birini okuyorsundur. Gerçek hayata dönme zamanın. Yarın akşam benimle birlikte olacaksın. Sevgilimle geldim. Bu kez ciddi. Tanışmanızı istiyorum.”
“Üzgünüm ama…”
“Üzülme! Geliyorsun!”
“Gerçekten önemli bir işim var ama.”
“Bu daha önemli… Hayatında biri var mı? Bildiğim kadarıyla hayır. Altı ay kadardır konuşmuyor olmamız beni bir kâhin yapmaz değil mi?”
“Şüphelenmiyor değilim.”
“Her neyse… Yarın sekizde seni evden alırım. Takım filan da giyinme; çok ciddileşmeni istemiyorum. Spor bir ceket giy; kot filan işte. Ayarlarsın bir şeyler artık.”
“Dur biraz. Ne dediğimi duymuyor musun?”
“Hayatımın en önemli günü belki de. Ve senin yanımda olmanı istemem de doğal. Neden deme sakın! Yarın akşama sürpriz!”
Ve telefon kapandı. Benim de hayatımın en önemli günü diyemedim. Bundan sonraki hayatımın ilk günü olmasını tasarladığımı söyleyemedim.
Hikâye yazmayı sevdim aslında. Ama bir değeri yok ki. Tekrar okuyamıyorum bile; okuma isteğim de günden güne söndü. Ya sevdiğim yazarlar öldü ya da ölmüş yazarları sevdim; okuyacak bir şey kalmamıştı. Yazmaya başladım. Kendim için, bencilce… Başka bir şeyi de umursamıyordum. Sonra dalgaların hırçın sesleri geldi; ben kendimden de kaçıyorken neye yarardım ki artık. Ama bir şeye yararlı olmak mıydı ki yaşamanın esprisi? Hayır, fazlası da olmalıydı. Ben fazlasını ararken kayboldum. Ya hatalı üretimdim ya da hata raporu vermiş olandım. Önemli değil; cesur olup çıkma zamanı gelmiş işte oyundan. En iyi bildiğim şekilde olmalıydı ama gidişim. Son bir hikâye yazmalıydım. Ama ne yeri ne de zamanı şimdi; bu geçmişe akan bir hayat hikâyesi. Morgda ayrı bitiyor, doğumhanede ayrı…
İki sonum var; kim bilir, kim bilebilirdi ki bunu?
İlk sonumda ağlıyordum. Hatırlayamıyorum ama muhtemelen çığlıklar atıyordum; hiç değilse bana öyle anlatıldı. İkincisinde susacağım. Küskün gidiyorum. Onurlu bir mücadelenin onursuz ve de cesur sonu olmalı bu.
Telefonum çalıyor.
Açmalı mıyım? Belki de o en büyük filmlerin sonlarındaki gibi kırıp parçalamalı ya da bir çöp tenekesine atmalıyım. Ne de hoşuma giderdi aslında. Yapamıyorum ama. Açmak istiyorum. Son kez iyilik yapmak beni kaç kat yerin dibinden çıkarır hesaplayamadım ama… Ama açacağım birkaç kez daha lütfedip çalarsa.
“Efendim?”
“Nasılsın?”
“Pardon, tanıyamadım…”
“Üzgünüm, uzun zamandır aramıyordum. Yeni döndüm.“
“Leyla? Sen misin gerçekten?”
“Tanımayacaksın diye korkmadım değil bir an. Neden bu kadar şaşırdın ki? Her yıl mart sonu gibi gelirim İstanbul’a. Unutmadın değil mi?”
“Unutmadım tabii ama…”
“Neyse, mutlaka yine o hikâyelerinden birine gömülmüşsündür ya da şu bir türlü okuyamadığım kitaplardan birini okuyorsundur. Gerçek hayata dönme zamanın. Yarın akşam benimle birlikte olacaksın. Sevgilimle geldim. Bu kez ciddi. Tanışmanızı istiyorum.”
“Üzgünüm ama…”
“Üzülme! Geliyorsun!”
“Gerçekten önemli bir işim var ama.”
“Bu daha önemli… Hayatında biri var mı? Bildiğim kadarıyla hayır. Altı ay kadardır konuşmuyor olmamız beni bir kâhin yapmaz değil mi?”
“Şüphelenmiyor değilim.”
“Her neyse… Yarın sekizde seni evden alırım. Takım filan da giyinme; çok ciddileşmeni istemiyorum. Spor bir ceket giy; kot filan işte. Ayarlarsın bir şeyler artık.”
“Dur biraz. Ne dediğimi duymuyor musun?”
“Hayatımın en önemli günü belki de. Ve senin yanımda olmanı istemem de doğal. Neden deme sakın! Yarın akşama sürpriz!”
Ve telefon kapandı. Benim de hayatımın en önemli günü diyemedim. Bundan sonraki hayatımın ilk günü olmasını tasarladığımı söyleyemedim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Dünde Bıraktıklarım
-
►
2007
(28)
- ► Nisan 2007 (19)
- ► Temmuz 2007 (1)
-
►
2008
(115)
- ► Şubat 2008 (1)
- ► Mayıs 2008 (80)
-
►
2009
(33)
- ► Eylül 2009 (1)
-
▼
2010
(14)
- ▼ Şubat 2010 (3)
- ► Nisan 2010 (2)
- ► Haziran 2010 (1)
- ► Eylül 2010 (1)
Nexus
- Eren
- İstanbul, Türkiye
- Söyleceklerim olmaya devam ettikçe burada olacağım.