Lezzet Durakları
Sabahın ilk saatleri... Taksim'den biniyoruz Havaş'a; istikamet Sabiha Gökçen! Hava karanlık hala, biletler alınıyor ve uçaktayız.
İsmi Pegasus sözde; İz Air yazıyor uçağın üzerinde... İçerisi boğuk, sıkışık... Tedirgin oluyor insan daha önce duymadığı bir firmayı görmekten. Çıkış önü aldık biletleri bacaklarımız sıkışmasın diye, çıkış önü belki de daha sıkışık. Mülteci otobüsü havasında yolculuğumuz başlıyor. Kolay değil, Konya'ya gidiyoruz İstanbul'dan ancak İDO ile seyahat eder gibi ulaşıyoruz Konya'ya; Kırk dakika! Kuş bakışı görüyoruz Konya Büyükşehir Belediyesi Atatürk Stadı'nı...
Maçın başlamasına saatler var. Konuşmuş Kaan bir restoranla telefonda. Açıklarmış pazar sabahı. Taksiye atlayıp gidiyoruz; Alican, Kaan ve ben. Bir BP'nin yanındayız. Paşazade! Muntazaman dizilmiş sandalyeler, masalar... Bir sessizlik hakim mekana. Kapıya üç beş metre mesafedeyiz. Kapalı diyoruz başta, neden sonra kapı açık mı diye bir bakıyoruz. Açık da... Kapıda kalmamanın sevinci bir yanda, bir diğer yanda da sabahın 03.30'unda kalkmanın haklı açlığı!
Sonraları pek aç kalmıyoruz gün boyunca. Hatta hiç aç kalmıyoruz. Şöyle ki Konya benim için dümdüz bir araziye kurulmuş koca bir lokanta figürü halini alıyor.
Lezzet Durakları havasında bir gün geçiriyoruz. Paşazade'ye geri dönelim. Tedirgin adımlarla giriyoruz içeri. Girişte bir masanın üzerinde Zaman ve Taraf duruyor. Okunmuş hatta yarım kalmış, sayfası açık kalmış Zaman'ın... İçeride birileri olacak muhakkak, "kimse var mı?" denilince arkadan bir abi çıkıyor. Kırk yaşlarının sonlarında; güzel karşılıyor, güleryüzlü. Kahvaltı on dakikaya hazır olur diyor, siparişi alıyor. Çok geçmeden mükellef bir kahvaltı sofrası kuruluyor önümüze. Doyasıya yiyoruz. Beklediğimden güzel bir sunum, lezzet ve ortam. Anadolu'nun salaşlığı, kırsallığı yok burada.
Eskişehir'le kıyaslıyorum yola devam edince. Çok düzenli bir şehir. Ama öyle de olmalı diyor insan içten içe. Dümdüz bir coğrafya; belediyecilik çok kolay olmalı diyoruz. Yetinmemişler hatta bir takım tüneller bile görüyoruz.
Yola çıkmadan önce birtakım bilgiler edindik elbet. Özellikle Aladdin Tepesi'ni görmek istiyoruz. Böyle düz bir coğrafyayı nasıl da güzel görür diyoruz. Ama nerede? Şehrin dışında olmalı diyoruz... Ama o kadar geniş zamanımız yok. Gündüz maçı, saat 16.00'da başlayacak. Bir yandan da şehri görmek, Mevlana'yı ziyaret etmek istiyoruz. Yerlerini sorunca yakın diyorlar, şaşırıyoruz.
Minibüse bindik önce. Ama üçüncü ya da dördüncüye ancak binebildik. İlki almayınca ya ayakta almıyor dedik, ya da durak haricinde... Ama bir kız da yanımıza geldi, oradan binebileceğimize inandık böylece. Bir yanlış denemenin ardından doğru minibüse, kampüs minibüsüne biniyoruz.
Gayet de ayakta bir yolculuk oluyor. İlk andaki ayakta yolcu almıyorlar mı düşüncesi, ütopik olarak kaldı.
İnsanlar sessiz. Kızların neredeyse yarısının başı açık! Şaşırıyoruz. Modern bir şehir burası. Sofular Cenneti değil miydi oysa Konya?
Minibüs basamaksız, basık ve mavi olsa da minibüsçü aynı! İstanbul'daki meslektaşlarıyla bağı çok sağlam; "Babam sağolsun", "Sebebim Sensin", " Allah Korusun" yazıları eşliğinde gidiyoruz. Tabii söylemeden edemeyeceğim, o açık mavi tüylü, abartılı şey minibüsü en az otuz yıl gerilere götürüyor, Yeşilçam manzaraları insanın aklına geliyor. Ağır bir arabesk müzik eşliği beklese de insan; bu yok. Oldukça sessiz ve huzurlu bir yolculuk. Sarsılmıyoruz pek. Ara sıra kalabalıklaşıyor minibüs o kadar.
Öyle tepe filan görmeden biz; Aladdin Tepesi diyor şöför. İniyoruz. Karşımızda otuz metre kadar yükselen merdivenleri olan bir park var. Bu kadar mı? İnsan daha fazlasını bekliyor. Demek ondan 42 katlı alışveriş merkezini yapmışlar. Nargile kafesi var yukarıda; Tepe Cafe!
Türk kahvesinin sunumu çok hoş. Bakırdan oymalı bir fincanlık. Üstü de kapalı. Keyifle içiyoruz. Bir nebze etraf görülüyor ama beklentilerimiz çok daha büyüktü. Daha sonraları gördüğüm birtakım otuzlardan kalma fotoğraflar gerçeği bana gösteriyor. O zamanlar gerçekten Konya'ya tepeden bakıyormuş! Ama yükselen yapılaşma bu gerçeği köreltmiş epeyce.
Tepenin tepesi bile düz!
Bir kötü gözlemimi de eklemeden geçemeyeceğim. Çiftler el ele dolaşamıyor. Hatta normal bir şekilde birbirlerine duydukları sevgi ile yan yana yürüyerek, el ele pazar sabahının tadını çıkaran çifte polisin müdahalesi korkunçtu. Kızı uzaklaştırdıktan sonra, çocuğa; "Ayakta götürüyordun!" diye çıkışması gerçekten de yorumsuzdu.
Yolda piyango alıyoruz. Israrla Konya bileti istiyoruz. Konyalılar, İstanbul biletlerine rağbet ediyorlarmış. Bir çekmeceden bize özel Konya biletleri çıkarılıyor. Seçiyoruz birer ikişer...
Mevlana Celaleddin Rumi! Onu ziyaret etmeden olmazdı elbet. Gittik de... İnsan hayran kalıyor etrafına baktıkça... Sanki onun ruhu işlemiş her yana... Huzur doluyor insana adım atar atmaz. Mistik bir dokusu var kubbenin altında. Hayranlıkla geziyoruz. Mevlana'ya dua ediyoruz. İçeride fotoğraf çekilmek yasak ama dışarıda Japon turist edasıyla bol bol fotoğraf çekiliyoruz.
Adnan Polat gelecekmiş... Geliyor da... Selam vermiyoruz. Hem yeni üyeyiz biz. Tanımıyordur. Bir kez, iki kez konuşmuştur bizimle; görünce tanımıyor. Hani biz de hevesli değiliz konuşmaya. Sonradan eve gidince görüyorum; yeni yılımı kutlamış. Bir zarfta... "Sevgili Galatasaraylılar" diye başlıyor sarı kırmızı mektup...
Bu aşırı düz olma hali üzerine konuşup espriler yaparak aradık Ali Baba'yı. İlla da orada yiyeceğiz etli ekmeği, belki de tandırı. İkisini de yemek var kafamızda. Hatta birer tandır herkese, ortaya da etli ekmek hayalindeyiz.
Çok önemli bir eksiği fark etmemiz geç olmadı. Konyalılar yol tarif etme konusunda
oldukça tutarsız kendi aralarında. Birinin ak dediğine diğeri kara diyor. En son biri orası kapandı dedi. Hayallerimiz yıkıldı. Başka bir yer öğrendik, oraya doğru giderken bulduk tesadüfen Ali Baba'yı. Arka kapısını bulmuşuz. Yine kapalı sandık. Yine denedik. Yine yüzümüz güldü.
Lezzet durakları devam ediyor. Bıçak arası! Görselliği ön plandaydı. Etli ekmek lahmacuna çok benziyor dedi garson. Bize bunu önerdi. İyi ki de önerdi, biz de kabul ettik. Yolu düşene öneririm. Masayı baştan başa kaplayan enfes bir yemek. Tandır olmaması çok da etkilemedi bizi o anda. Sonraya erteledik bu arzumuzu. Nasılsa maçtan sonra bir akşam yemeği yiyecektik.
Nalçacılılar! Bizi uyardı garson; "Aman dikkat edin. Galatasaraylı olduğunuz belli olmasın stada girene kadar."
Bilmezdim buranın seyircisinin olaylı olduğunu. Stada yürüyerek gittik. Polisin nazik, güleryüzlü uyarısıyla atkımı sakladım. Epey yürüdükten sonra bulduk girişi. Birkaç provokatörün bağırtılarından başka olay yoktu. Onlar da saman alevi gibiydi zaten. Önemsemedik bile. Dışarda pek durmadık. Doğruca tribüne!
Tabii çekirdekler alınmıştı! Stadda fotoğraflar çekildi. Ufak ufak sloganlarla, tezahüratlarla maça ısınıldı.
Üçümüz bir polisten fotoğraf çekmesini rica ettik. Başta şaşırdı. Düşman görülmeye alışmış ne de olsa. İnsani yaklaşımlara yabancılaşmış... Güleryüzle çekti sonra...
Coşkuluydu bizim taraf. Maçın başlamasıyla neredeyse tamamen doldu da bizim tribün. Maçın neredeyse ilk yarısı boyunca Nalçacılılar "Yönetim uyuma taraftarın dışarıda" diye bağırdı durdu. Olanlar da ara sıra bir hayli hararetli tezahüratlar etti. Stadda yüzde yetmişleri aşan bir doluluk vardı yine de. Hava çok soğuk değildi. Şartlar futbola müsaitti işin özü.
Anıl, Çağdaş, Serdar, Gökhan... Bu isimleri duyunca hava alanında birbirimize bakıp; "Biz daha iddialı bir kadro olarak gidiyoruz" deyip gülmüştük.
Ama sezonun neredeyse en iyi maçlarından birini oynadı takım. Bizi üzmedi hiç değilse. Konya genç oyuncularımızı sevdiriyor bize. Dün Aydın, bugün Anıl...
Maçın detayına çok girmeyeceğim zaten "yayıncı kuruluş" verdi görüntüleri anbean.
Esas önemli olan Konya'ydı, Konyalılardı. Gerçekten de hoşgörü şehriydi burası. Çocuğunu, sevgilisini, eşini alan gelmişti. Fanatik taraftar da yok değildi. Ama ben özenle bu hoşgörü manzarasını izledim. Ta ki bir adamın ki kendisi Galatasaraylı, Fener formalı kız arkadaşıyla boy göstermesine kadar. Bu kadarı da fazlaydı. Yarım saat kadar bu böyle devam etti. Yarıda müdahale edildi ancak. Forma çıkarıldı. Bu kadar hoşgörü bana fazla gelmişti. Sanıyorum müdahale de İstanbul'dan gelenlerdendi...
Hevesli, heyecanlı bir seyircisi var Konya'nın. Ama bizim seyirci ile yarışamadı koca stad. Olay da çıkmadı ama. Yenilince bizim tahriklerimize pek uymayıp evlerine dağıldılar. Renkli anların bir kısmı da deplasman tribününün maç sonrası bekletilmesi sırasındaydı; "Evde misafir bekliyor!", "Çay demlendi ama...", "Karnımız acıktı!" gibi serzenişlerle kapının açılması istendi.
Bizi alan taksi epey mutluydu. Şehir çok küçük. Otobüs ve minibüs de çok yoğun; demek taksilere pek iş düşmüyor. İlla da tandır istiyoruz diye sorup soruşturup bir yere gittik ama kapanmıştı. Saat daha 19.00. Alışmışız uyumayan şehrimize tabii...
Taksici bizi güzel bir kebapçıya bıraktı; Cemo. Bir ihtimal burada tandır vardır; hem Gar'a da yakın dedi. Kapıda sorduk; yokmuş. Cağ Kebabı var dediler. Aynı et, kuzu eti, bu da çok güzel diyerekten bizi ikna etti şef garson. İyi ki de ikna olmuşuz. Bir saati aşan bir yemeğin ardından oradan ayrıldık. Sunumu olsun, lezzeti olsun şahaneydi. Lavaş üstüne lavaş yedik. Ezme yenilendi. Yoğurt ve salata da aynı şekilde... Nar ekşisi salatada bir başka güzelleşiyor...
Bol bol yedik Konya'da. Konya yemeklerle kaldı aklımda, hatta damağımda. Son anda mevlana şekeri almayı da ihmal etmedik elbet.
Gar'daki bekleme salonunun dokusuysa bir başkaydı. Türk Filmi kokuyordu. Kameraları aradı bir an gözlerim. Ufo vardı bir tane. Etrafında öbeklenmiş insanlar. Duvarlar taş, banklar ahşap... Sessiz bir yer... İki çocuklu bir aile geldi yanımıza. Biri kundakta hala... Diğeri babasıyla geziyordu. Süpriz Yumurta yokmuş diye ağladı bir ara. Sonra ışıklı ayakkabı istedi. Bütün çocuklar aynıymış; biz de böyleydik... Kaan epey ilgilendi çocukla. Bu detayları da ondan aldık zaten. Sonra tren geldi. Son perondayız. Yataklı!
Keyifli bir yolculuktu. Başta yemekli vagona geçip batak oynayalım dedik. Yasakmış, çok zorlamadık şansımızı da karşımızdakini de... Sert bir uyarı olmadı. Sıcak kanlı, güler yüzlü insanlardı hepsi. Birer soda içtik Alican'la; Kaan çay içti. Bir görevli geldi yanımıza dert yandı Adnan Polat'tan... Sonra laf lafı açtı konuştuk bir süre...
Oradan kompartımana geçince de devam ettik batağa... Bir yandan da neredeyiz diye bakmalar. Bitmek tükenmek bilmeyen Konya... Kırk dakikada geldiğimiz Konya'dan dört saatte çıkamadık.
İyice uyku bastırınca da ranzalar açıldı, Kaan yan tarafta kendi kompartımanına gitti ve benim için deliksiz, keyifli tren uykusu başladı. Sabah uyandığımda öğrendim. Tuvalete gitmiş Alican gece, fark etmedim bile.
İstanbul... İstanbul...
İDO'dan Bakırköy'e ayak basınca "Evdeyim" dedim. Bunu hissettim. Her şeyiyle mükemmeldi. Huzurla attım adımımı eşikten...
Haydar Eren AKIN
Ne istediğimi biliyordum ama ona birden ulaşmak beni korkutmuştu. (III. 236)
Pazartesi, Aralık 20, 2010
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Dünde Bıraktıklarım
-
►
2007
(28)
- ► Nisan 2007 (19)
- ► Temmuz 2007 (1)
-
►
2008
(115)
- ► Şubat 2008 (1)
- ► Mayıs 2008 (80)
-
►
2009
(33)
- ► Eylül 2009 (1)
-
▼
2010
(14)
- ► Nisan 2010 (2)
- ► Haziran 2010 (1)
- ► Eylül 2010 (1)
- ▼ Aralık 2010 (2)
Nexus
- Eren
- İstanbul, Türkiye
- Söyleceklerim olmaya devam ettikçe burada olacağım.