Çocuk başına buyruk çıktı sokağa, elinde oyuncak kılıcı dünyaya baş kaldırdı, kadere baş kaldırdı. Kaybının hesabını soracaktı.
“Hayal ediyorum var olman için…”
O anda şiddetle esti rüzgar, sonbahar kahvesi yaprakları savurdu, ama onu durduramadı, asalet ve cesaretle ilk adımını attı hayal kapısına doğru, sol ayağı karıncalandı önce, sonra içinden derisine vuran bir sıcaklamayla terledi, gözleri buğulandı ve sesi duydu;
“Ey hayal kapısının misafiri, söyle bana hayalini, yalnız unutma bir hayale izin var kapıda, orası da gideceğin yerdir, iyi düşün!”.
Çok zamanı yoktu. Kararını hemen vermeliydi. Bir amacı vardı burayı aradığı her an tekrarladığı dudaklarında.
“Annemle babamın yanına gitmek istiyorum!”
Kapının içinde sisler yükseldi, sesin homurdandığını işitti, yoksa isteğini o bile gerçekleştiremiyor muydu? Soruları vardı aklında, yanlarında onlarca soru işareti, sonra üzüntü doldu küçücük gözlerine, ağlamaya başladı sessiz sessiz… Nazlanacak kimsesi olmazsa insanın ağlaması bile durulur; içe akardı gözyaşları.
“Ne istediğinin farkındasındır umarım delikanlı! Şayet onlar artık yaşamıyorlar, öyle görünüyor ki seni ölüler alemine yollayacağım! Böyle bir durumda bir kez daha düşünmek istersin belki de…”
Durdu, kapı konuşmuyordu artık. Derin bir yutkunma sesiyle irkildi, cevap vermesi bekleniyordu, isteğinin ne olduğunu da çok iyi biliyordu;
“Gitmek istediğime eminim!”
Ve kapı sözünü tuttu, kırmızı ışıklar parladı, çanlar çalındı. Perilerin şarkılarını duydu, onlara katılıp dans etmek geldi bir an aklına, vazgeçti, annesiyle babasını çok ama çok özlemişti. Dimdik durdu, babasının öğrettiği gibi, asker gibi…
Gözlerini kapatmak zorunda kaldı, ışıkları çok parlaktı bu esrarengiz yolun. Öyle çok uzun da sürmedi, gözünü kapayıp açınca bitmişti; sanırım onların olduğu yerdeydi artık. Burası çok farklıydı.
Bir ağaç rüzgarı sallıyordu. Karanlık topraktan güneş doğuyordu, balıklar uçuyordu, toprak kabarıyor, dalgalanıyordu, durmadan ve durmadan…
Toprağın altına saklamışlardı onları. Demek ki toprağın altı burada gökyüzüydü; biraz kafası karışmıştı. Umursamadı, hemen yola koyuldu, her yer yemyeşil, uçsuz bucaksız uzanan bir bahçeydi, çitleri olmayan bir bahçe hem de.
Bir an duraksadı, bu bir erik ağacıydı, sararmış erikleri görünce ağzı sulandı, oturdu yemeye başladı. Sonra bir an kalakaldı, telaşla ayağa kalktı ve dudaklarının kenarı hafiften titreyerek, ağlamaklı, bağırmaya başladı;
“Anne! Baba! Nerdesiniz?”
Cevap veren kimse olmamıştı. Somurttu biraz. Sonra karar verdi yola koyulmaya bir kez daha. Yürüdü, nereye gideceğini bilmiyordu, kılıcını sıkı sıkı tutuyordu, elini acıtmaya başlamıştı, umursamadı; gerçek bir erkek oluyordu.
Sonra insanları görmeye başladı. Herkes bembeyaz pelerinlere, eşarplara, şallara sarınmıştı. Bir an gözü anne babasını arandı; seçemedi. Hızla kalabalığa sokuldu. Kimse ona bakmıyordu. Sanki hiçbiri onu görmüyordu. Telaşla yüzlerine baktı; şaştı kaldı oracıkta. Kızlar birbirinden güzeldi. Hepsi de ancak yirmi yaşında, erkekler gibi. Buradaki herkes en güzel anında sonsuzluğu yakalamıştı, çocuk anlayamıyordu; hala umarsızca annesiyle babasını aramaya devam ediyordu.
Saatler geçti, ter içinde kalmıştı. Havaya baktı, güneş yerli yerinde sakin, sessiz, vakur tavrından ödün vermiyordu; bir damlacık dahi kıpırdamadan duruyordu. Burada zaman durmuş gece dahi olmuyordu.
Çaresiz sessizliğe büründü çocuk. Oturdu mis kokulu çimenlere, sessiz sessiz ağladı, içindeki acı dinene kadar ağlamak istiyordu.
Neden sonra birinin ona yaklaştığını fark etti. Yaşlı bir adamdı. Kırmızı kravatını özenle bağlamış, bembeyaz bir takım elbise giyiyordu. Başucuna geldi, bir süre öylece baktı çocuğa, ardı sıra bir gülümseme belirdi suratında, sanki bütün dünya şen şakrak oldu bir anda. Eğildi, çocuğun demin orada olduğunu fark etmediği düz, adeta yontulmuş bir taşa oturdu.
“Bir sıkıntın var, sanıyorum ki küçük adam. Yardım etmemi ister misin?”
Ne diyeceğini bilemiyordu. Sonra tutukluğunu üzerinden attı ve hızlı hızlı konuşmaya başladı;
“Annemle babamı arıyorum ben, kapıdan geçip geldim, o ses beni annemle babama yolladığını söylemişti ama onları bulmaıyorum. Burada kimse beni fark etmiyor, sanki herkes uyur gezer, çok da yoruldum, karnım acıktı…”
Saatlerin verdiği sıkıntıyla bir anda konuşmaya başlayan çocuğu susturabilmek güç işti; adam sabırla dinledi, dinledi ve dinledi. Sonunda çocuk nefes nefese konuşmasını bitirdi.
“Onları göremezsin..”
Çocuk hayal kırıklıklarının en büyüğünü yaşıyordu, bir parça çimen kopardı, elinde çevirmeye başladı, sessizce dinliyor, gözlerini yerden bir damla olsun kaldırmıyordu. Omuzları çökmüş, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Kısık, buruk, hıçkırık dolu bir sesti;
“Neden?”, daha fazlasını söyleyemedi.
“Bunu bilmek için çok gençsin, ama emin ol, bir tek şansları dahi olsa kesinlikle senin yanında olurlardı. Yalnız bıraktıkları için sakın onlara kızma; onların suçu değildi bu, sadece böyle olması gerekiyordu! Tanrı biraz zalim gelebilir sana, ona öfkelenebilirsin, ama o hep senin iyiliğini istiyor, sakın bunu aklından çıkarma. Zamanı gelince anlayacaksın!”
Bu sözler, bu çocuğa fazlaydı. Kimseyi anlamak istemiyordu, anlamayacaktı da. Sağ gözünden bir damla yaş süzüldü; hemen eliyle sildi. Kendini tutuyordu, başarıyordu da! Ayağa kalktı; adama bakmıyordu. Yere dönük bakışlarıyla ona arkasını döndü, gökyüzüne baktı, çok sessiz bir şeyler fısıldadı boşluğa, kimse duymadı.
Bir iki adım atmıştı ki durdu. Adam ilgiyle izliyordu onu. Elindeki kılıcı olanca gücüyle kaldırıp iki elinden kuvvet alarak çimenlerin arasına sapladı. O anda etraftaki çimenlerin çoğu kızıla, sarıya, kahverengine döndü. Hepsi bir anda boyunlarını büktüler. O anda güneşin önüne bir ton bulut geçti. Şimdiye kadar hiç olmayan oldu ve şimşek çaktı, her yer maviye doydu. Ardından gelen gök gürlemesiyle uyur gezer beyazlar irkildiler ve göğün derinlerine bakmaya başladılar; yüzlerinde su damlalarını ilk defa hissediyor olmanın şaşkınlığıyla kalakaldılar.
O giderken hava kararmaya başlamıştı. Yağmur küçük bir çocuğun burkulmuş yüreğinden dökülen gözyaşları gibi minik minik, durmazcasına yağıyordu.
Kapıyı fark edince son bir nefes aldı; derin bir nefesti bu! Arkasını döndü ve alev alev parlayan bakışlarla son bir kez annesiyle babasını aradı onların arasında; yenildiği ortadaydı, hırsla yürüyüşünü kapıya vararak sonlandırdı.
“Hayal ediyorum yok olman için…”
Perilerin dehşetengiz çığlıklarını duydu; sis her yeri kaplamıştı, siyah bir duman göründü, ateşi hissedebiliyordu. Bütün göğü kaplayan rengarenk havai fişekleri hayal etti en son.
Ne istediğimi biliyordum ama ona birden ulaşmak beni korkutmuştu. (III. 236)
Pazar, Ocak 18, 2009
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Dünde Bıraktıklarım
-
►
2007
(28)
- ► Nisan 2007 (19)
- ► Temmuz 2007 (1)
-
►
2008
(115)
- ► Şubat 2008 (1)
- ► Mayıs 2008 (80)
-
▼
2009
(33)
- ► Eylül 2009 (1)
Nexus
- Eren
- İstanbul, Türkiye
- Söyleceklerim olmaya devam ettikçe burada olacağım.