Pazartesi, Ocak 25, 2010

Müzik Uğruna

Merdiven’de

Yazılmaya değecek bir hikaye aradım bunca yıl; oysa ki gözlerimin önüne bakmam yetermiş, fark edemedim. Kar alabildiğine hızlı yağıyordu. O; pencere pervazında, eli yanağında, düşüncelere dalmış uzaklara bakıyordu. Karın yağdığından bile haberdar olmayabilirdi. Avizesiz bir lambadan yayılan güçsüz ışık, odanın kasvetine gölgelerle eşlik ediyordu. Hala bekliyordu.

Giden gitmiştir bir kere; ne desen, ne yapsan boş. Hatırladıklarınla yalnızsındır artık. Şarkılardır artık sevgilinin kayıp sesi. Uzaklarda; o da gökyüzüne bakar dersin, bir heyecanla onun da baktığı yıldızı seçersin. Sanarsın ki masallar böylece gerçek oluyor. Sanarsın durmadan... Defalarca kapanmayan yaralar açarsın gözlerinde. Artık ne uyku girer ne de huzur; bitirmişsindir kendini. Yatağının bir yanı derli toplu bekler onu; kalbinin tamamı… Gelmez, bilsen de kendine söyleyemezsin gelmeyecek diye; belki desen… Desen senin sonun olur; bunu çok iyi bilirsin. Yokluğunda seni hayatta tutan onun geleceğine dair inancındır. O da sönerse rüzgarla; sen de savrulursun bilinmez yarınlara.

“Kırıştığını görmek istiyorum teninin.”, demişti. Hatırlıyorsun. Çok uzun zaman geçmemiş gibi hem de. Bugün yine o parka gitmedin; düşünmek yetiyor mu ki? Ağır adımlarla ilerliyorsun. Yerlerde izleriniz kalmış. Siyah çizgiye bakıyorsun… Ve diğer renklere; onlar seni geçmişte söylediklerinle yüzleştiriyor:

“Bu beyaz karoları görüyor musun? Onlar biziz. Etrafımızda kırmızılar var ya, onlar da şehvetimiz. Ama bak aramıza; upuzun, simsiyah bir çizgi var. O da zorunluluklar.”

Halbuki sevmiştin, yalan değildi. Kim bilir nerede şimdi? Hiç haber alamadın yıllardır. Ondan, kırmızı yanaklarından… Özlüyor musun hala? Bu ona dair bir bekleyiş mi? Bilmiyorsun ki sen de.

O sene güzel başlamıştı. Kış geç gelmişti ama ortalığı bembeyaz etmişti. Soğuktu hava; birdenbire soğumuştu. Titreyerek giderdin yanına; şapkan hep kafanda. Oysa yanıyordu sanki; hiç şapka takmamıştı yanında. Oysa sen…

Bir kitapçıda tanışmıştınız. Onun hangi kitaba baktığını hatırlamıyorsun ilkin. Sonra sen ona bir kitap tavsiye edince nezaketen o da sana beğendiği bir kitaptan söz etmişti. Neydi kitabın adı şimdi hatırlayamıyorsun. Otuz yıl! Tam otuz yıl geçmiş olmasına rağmen o kitabı hala okumadın; vicdanen rahat değilsin. Yükümlülüklerini yerine getiremedin. Neydi o kitabın adı…

Sigara içiyordu. Sigara kokuyordu. Öpüşmelerinizden iğrenmiştin başta; sigara kokusunu sevmiyordun. Neden sonra sigara kokusunu tanıdın; sonra da onun sigarasının kokusunu… Nihayetinde onun kokusunu buldun, taşıdın, tanıdın… O koku geliyor bazı günler burnuna; o geldi sanıyorsun. Yanılsamalar…

Sen kendini aldatmayı çok seviyorsun.

O kitap raflarının arasında bir süre konuşuyorsunuz. Yetmiyor sana; daha da tanımak istiyorsun, burada bırakıp gidemezsin. Ona soruyorsun zamanı olup olmadığını bir yerlerde bir şeyler içmeye. Belli belirsiz seni süzüyor; biraz düşündükten sonra pek de istemiyormuş havasında kabul ediyor. Ama hissediyorsun, o da seni istiyor.

O seçiyor yeri; kıpkırmızı bir yer. Normalde olsa nargile söylersin; o anda söylemiyorsun, çay istiyorsun yalnız. Kendindeki kötü yanları gizler gibi… Neden peki? Çok mu hoşlandın ondan? Saçlarına bakıyorsun; sarıya dönük bir açık kahve, omuzlarına dökülüyor. Bembeyaz bir yüzü var; heyecanını gizleyemiyor yanakları, kıpkırmızı oluveriyorlar. İlkin bir şey demiyorsun, sonraları epey takılacaksın bu özelliğine; kırmızı yanak diyeceksin, yanılıyor muyum? Havadan sudan konuşuyorsunuz. Birbirinizi tanımaya çalışıyorsunuz. İkiniz de yazıyorsunuz. Yazılarınızdan, ilham veren hallerden bahsediyorsunuz. Sonra konu eski sevgililere geliyor; sen duraksıyorsun. Hatırlamak istemiyor musun; hatırlamaktan, telefonlara sarılmaktan mı korkuyorsun? Yüzün hiçbir şeyi belli etmiyor. Ölü gibi bakışların. Duygusuzsun. O da ileride sana böyle diyecek; senin kadar duygusuzunu da görmedim. Ama diyecek, an geliyor dünyanın en romantik adamı oluyorsun. Bir de sana koca adam derdi, unutmamışsındır. Gülerdiniz. Siz beraberken gülmeyi çok severdiniz. Sense şimdi yıllardır gülmemiş gibi bakıyorsun pencereden.

Bana ne zaman anlatmaya başlamıştın hatırlamıyorum. Ama sen anlattıktan sonra bütün o sokakları en baştan yürüdüm. O merdivenleri buldum; kimisi senin sevdiğin gizli saklı olanlar, kimisi de onun aşık olduğu sahile bakanlar. Hepsi yerli yerinde, anılarınız fısıldadı bana. Merak etme. Sonra o gün, o merdivene gidişiniz var bir de… Sen onu bir apartman kenarında kıstırıyorsun; öpmeye çalışıyorsun. O surat asıyor; kendini senden kurtarıyor. Sen afallıyorsun; şimdi arkasını dönüp gidecek diyorsun, gitmiyor. Koluna giriyor. Şaşırıyorsun. Sen belki de gider diye yapmıştın bunları; belki de seveceğini hissetmiş de kaçmak için, onu kendinden kaçırmak için çabalamıştın. O gitmiyor.

On yedi gün beraber oluyorsunuz. Bir gün bile aksatmadan… Bağımlılık oluyor birliktelik ikinizde de; bıkmıyorsunuz da… Sen geceleri ona yazıyorsun; iki mektup yazmıştın. Ne de hevesliydin…

Şimdi yok yanında. Şimdi kimse yok yanında. Büyük hayaller kurmuştun; şimdi yok yanında. Bana da anlatmadın on sekizinci günü. Merak etmiyor değilim. Ondan seni izliyorum; sanki on sekizinci günü yeni baştan yaşıyorsun. Sanki on sekizinci günde sen evden hiç çıkmamışsın. Sanki onu yalnız bırakmışsın. Siz bir yılı neredeyse on yedi güne sığdırmışsınız. Bıktın mı, kim bilir? Ama şu halini görmen gerek; bu pişmanlık değil, başka bir şey… Daha önce kimsede görmediğim bir haldesin. Paramparça olmuşsun. Sanki o, senin sokağa gelecek gibi köşebaşına takılmış gözlerin. Her anın fotoğrafını çekiyorsun.

Ben de seni izliyorum. O ışığı gözlerinde görmek istiyorum. Hiç sokağa çıkmadan bir ömür bir sokağı izleyişinin perdesini aralamak istiyorum. On sekizinci günde ne oldu… Görmek istiyorum.

İyi yazılmamış sonlu hikayelerden biri bu. Bilmediğim bir hikayeydi. Dinlediğim kadarını yazabilirdim. Hala izliyorum diyemem. Şimdi sen bir mezar taşı… O mu? Onu zaten ben hiç görmedim. Ne fotoğraflarda, ne mektuplarda… Bazen o hiç olmadı diyesim geliyor; ama hayır. Ben sana, sözlerine ve söylerken ses tonunda parlayan alevlere inanıyorum. O’nun var olduğuna inanıyorum. Bir gün gelip de seni sorduğunda o günü bana anlatacak.

Kelimeler sürüklensin diye bıraktım bu gece. Sen onu bir kitapçıda tanıdın. O kitabın adını söyleyemeden de gittin. Otuz yıl… Okumadığına hala inanamıyorum. Ama beni kandırdığın ortada; odanda bir kitap buldum, yastığının altında. Beni affet.

Müzik Uğruna.

Derin Mavi'ye Yolculuk

Temmuz Sancısı

Senden bizim adımıza bir ay seçmeni istiyorum; o kadar. Gerisini bana bırakmanı rica ediyorum. Yaşayamadığımız bütün bir hayatı oradan başlayıp kaleme alacağım; hayallerin, hayallerim… Biz bakışlarımızla kısa zamanlara çok büyük sığınaklar kurduk, biz seninle denedik. Ama biz yanlış yerde, yanlış zamanda tanıştık. Biz çok farklı olabilirdik; beş sene sonra çıkmanı isterdim karşıma, o zaman inanırdın bana. Ve dahi, bana gelene dek daha fazla acı çekmeni isterdim; ne kadar huzurlu bir liman olduğumu anlaman için. İşte ben o kadar delicesine sevdim ki göze alıyordum sana acı çektirmeyi bile. Ve ben; son liman… Geldiğinde kendimi paramparça ederdim ki bu kıyı son durağın olsun. İstemesen bile, tek çaren ben olayım. Ben, bencilce sevdim seni. Masmavi bakmanı özledim; her yağmurda gökyüzüne utangaç bakışlar atıp seni aradım. Gözlüklerim sudan sırılsıklam olunca da çıkarıp sisli bir yağmura daldım; her defasında aradım, bazen bulduğumu sansam da hep yalnız kaldım.

Hangi yıl, hangi saat kimin umurunda; sen geliyordun, ben bekliyordum. Dalgalar; beyaz dudaklarında duyamadığım binlerce kelimeyle bana sesleniyorlar. Ki senden gelmekte bu sözler; sevmek anlamaktır. Bazen dünyayı duyduğumu hissediyorum kalp atışında ve bazen gözlerine dalıp geçmişe dönüyorum; pişmanlık, kırık hayaller ve iyi yazılmamış sonlar. Temmuzu seçtin sen. Neden demeyeceğimi zaten biliyorsun. Biz başkalarına anlamsız gelen sözlerimize soru işaretlerini koymadık hiç. Anlamadığımızda bile… Çünkü anlatmak öldürmektir dedik içten içe, sanrılarımız bize eşlik ederken. Sen hiç duymadığım bir dilde konuşuyordun sanki o gün; hani anlamasan ne olur dersin ya, o bakışları, o tavırları görebildikten sonra. Ve bizim için anlamak bir süreçti; birbirimizi, kendimizi bulurken içinden defalarca geçtiğimiz. Ve biz o yolda kaç kez kaybolduk, kaç ölümle yüz yüze geldik. Bizi seninle ayıran uzun zaman dilimlerine lafım yok. Telefonun rehberimde ama aramadım. Bugün sen telefonumu isteyinceye kadar bunun iki taraflı bir günah olduğunu söyleyip, avuttum kendimi. Silmiş miydin beni rehberinden, kaybetmiş miydin? Şimdi ya suç sende ya da bende ağırlaşacak. Bir suçlu mu arıyorum? Bir suç olarak mı görüyorum bu yalnızlıkları…

Aklım başımdan gitti bir tek satır yazınla; Geçen gün yazılarını okudum, hepsini. Durdum, bir şey söyleyemedim. Neden sonra konuşmaya, yazmaya başladım;

Neden? Hepsini mi?

Evet. Ve bir şiir gördüm; ilk defa bu kadar etkilendim. Bunlar benim sana söylediklerimdi.

Evet. Sana yazdığım, seninle yazdığım bir şiir. Özür dilerim, biraz hırsızlık bu.

Hayır, dileme özür filan. Çok hoşuma gitti.

Aramıza bir süre sessizlik girdi. Bir süre öyle sessiz kaldık ki zaman durdu sandık. Belki tek istediğimiz buydu bu hayatta; zamanı durdurabilmek. Biz akan zamanda yol alamadık. Bizim tek eksiğimiz buydu. Bir an böyle kurdum işte; seni de bu hayalime ortak oldun sandım. Sen sonra devam ettin konuşmaya o güzelim sesinle. Belki de bir nefes bile ara vermedin konuşmaya, ben öyle sandım.

Görüşmeliyiz bence.

Bence de. Kesinlikle görüşmeliyiz.

Neden yazmıyorsun peki artık?

Korkuyorum. Değiştiğimden, eskisi gibi yazamayacağımdan… Ve en çok da hayallerimdeki yazılarımdan çok uzak, silik kalacaklarından…

Hayır. Böyle söyleme. Yazmalısın; hemen şimdi!

Belki de haklısın.

Şimdi çıkıyorum, ama telefonunu ver. Ve ne zaman görüşeceğimizi söyle.

İşte telefonumu verdiğim, salı gününe sözleştiğim an böyleydi. Yine uzun bir aradan sonra mavilere bırakıyordum kendimi; iki mavi derin gözbebeği… Ve yine beni tetikliyordu; yine teşvik ediyordu. Her şey böyle başladı; bir sancı mıydı yoksa masal mı göremiyordum.

Şubat’a Doğru

Hangi gündü en son seni gördüğüm, inan hatırlamıyorum. Uzun zaman geçti, hak vermelisin bana. Ya sen, ara ara yazdın sen de. Ama aksine hiç ben yazmadım; hep sen yazdın. Hep ben cevapladım. Belki kalbim kırılmıştı, belki umutlarım… Bunu şimdi söylemek çok zor… Biraz zaman geçsin dedim, belki de. Ayarını tutturamadığım aylara yenik düştüm. Ve artık sabahları denizde yolculuk ediyorum; deniz otobüsleri… Vapur değil belki ama bana seni hatırlatmaya yeterli. Etrafıma bakamıyorum oturduğum koltuktan; sanki herkes sen. Ben; gözlerini cama dikmiş, kabaran dalgaları izleyen ben… Ve sen; gözlerinde kim bilir ne hayaller, ne hikâyeler…

Belki de en zoru bu hikâyeyi yazmaktı.

O şiiri hatırlıyorum; ezberimde kaldığınca yazacağım. Bir gece yarısından sonraydı, yine bu masa, yine bu sandalye… Ama yazarsam anlatamam. Kelimelerimi çalıyor kısacık şiirler; beni mahvediyorlar. Belki de çoktan noktayı koymak gerekiyordu.

Elimde yüzyılların yadigârı eski bir kalem olmalıydı; parşömenlere yazmalıydım. Sonra yakmalıydım; yakabilmeliydim kendimi, anılarımı, seni… Sesini ateşte duyabilmeliydim. Nefret mi sardı içimi, neden hiç haberim olmadı bunca zaman?

Seni tanımak dedin,
Vapurda mide bulantısı gibi,
Ama şikâyet etmiyorum,
Garip, hoşuma gidiyor…

Ya seni tanımak,
Yağmur damlası,
Uykuda bir rüyaya âşık olup,
Ertesi gün sokakta onu bulmak gibi…


Bazen söylenecek söz kalmamıştır. Bazen susmak ister insan. Eğer seninle olabilseydim susardım. Konuşmak kaybedenlere mahsus… Yazmaksa… Onu ben de bilmiyorum; bunu bir yazı olarak görme, kendimle konuşmam sadece. Seninle bu kadar rahat konuşamazdım; yakın hissetmediğimden değil, fazla yakın hissettiğimden.

Şimdi bir şeyler yazmaya başlamanın tam sırası. Hatırlıyor musun köprüyü? O kitabı, o seni çok etkileyen kitabı okudum. Muayenehaneye gidişini hatırlıyorum. Keman seslerini dinleyişini de diğerinin. Sonunda intiharını da hatırlıyorum. Ama gururundan dönmeyişi var ki onu unutamıyorum.
Hâlbuki ne çok sevmişlerdi.

Biraz zaman geçsin, bekle diyorum kendime.



Nexus

İstanbul, Türkiye
Söyleceklerim olmaya devam ettikçe burada olacağım.