Cuma, Haziran 19, 2009

Gelinciğe Hasret

Durdu. Sakin bir nefes aldı; kafasında bir düşünce soluk soluğaydı. Dilinin ucuna kelimeler geldi; söyleyemedi. Bir meselesi vardı, anlatması gerekti; anlatamadı. Karanlığın yavaş yavaş çöküşünü izledi akşam göğünde; bir hüzün doldu içine. Sinsi bir gözyaşı usulca aktı gözlerinden içine. Derin bir soluk aldı. Yüzü buruştu, sanki damarlarına cam kırıkları dolmuştu.

Her güzellik bir gün biter dediler. Kelimeler çok soğuktu; zihninde yaralar açtı. Şimdi kaçmak istiyordu, sadece kaçmak… Bir amacı kalmamıştı burada, duramazdı da bunca yaşanandan sonra! Çocukken yaptığı gibi gözden uzak bir yere saklanıp bütün kalabalık dinene kadar ağlamak istedi; yapamadı. Kalakaldı olduğu yerde; kıpırdayamadı!

Görünmeyen eller kollarından kavradı. Hareketsiz kaldı.

Sevdi, delicesine hem de. Daha çok gençti. Sevmenin yaşı yok dediler, inandı. Halbuki her şeyin yaşı, her işin erbabı vardı. Sevmek kim o kimdi? Olacak şey vardı bir de sevmek…

O sabah mutlu uyanmıştı. Bir başına yaşıyordu. Annesi öleli üç yıl olmuştu; babası desen onu hiç tanıyamamıştı. Yalnızlığına ayak uyduralı da çok olmamıştı; ama onu gördü, sevdi… Yalnızlığa inattı belki bu aşk; belki vurdumduymazdı hepten. Tene soluksuz saplanan bıçak gibi kapıldı gözlerinin rengine. Bugüne değin nerelerdeydi ki görmemişti onu; nasıl bunca kör olabilmişti veya!

“O bana baktı, ben ona. Zamanın aklı karıştı, sektedi bir an. Durduk bir asır kadar uzun, bir soluk kadar hesapsız… Gözlerinde utangaç ışıltı, bende arzular…”

Çiçekler bir başka güzel, hayat bir başka renkti o andan sonra. Ne yapacak bilemedi bir an, sonra koyuldu yola, toprağın kokusunda onu duyuyordu adeta. Akşama değin ekti, biçti, belledi toprağı; yorulmadı bir türlü. Şikayet de etmiyordu. Hayat önüne mutluluğu çıkarınca katlanılası zorluklara tahammül ediyordu sadece.

Akşamüstü köy yolunda bir yalnız gelincik ilişti gözünün ucuna. Eğildi; oturdu sonra yanına. Rüzgar başlamıştı; bir, iki derken yapraklarını rüzgara kaptırıyordu gelincik. Dayanamadı, söktü toprağından bir bebekmişçesine aldı kolları arasına; baktı, öptü doyasıya… Allah büyük ya gören olmadı şansına, deli derlerdi sonra. Yoluna devam etti, birkaç papatya ekledi kollarına, demet etti çiçekleri gelincik ortalarında; asaletle parladı solgun ay ışığında kan misali veyahut da aşk…

Gözleri onu aradı köy meydanında, sonra çeşme başında. Aylak aylak evlerin arasına girdi, çıktı. Neden sonra bir duvar dibine sırtını verdi, soluklandı az. Acıkmıştı, yorulmuştu şimdi vardı farkına. Kalktı bir anda, düştü evin yoluna, elinde kaldı demeti; gelincik o anda boynunu büktü, bir yaprağını daha sarf etti çamurlu yola.

Gece sabah oldu; gözleri kan çanağı, bir damla uyku uyumamıştı. Dinlenmeden düşünmüştü sevdiğini; adı neydi acaba diye iç geçirdi en son. Yeni doğan güne baktı, yüzü değil gözleri aydınlandı, içinde fırtına öncesi heyecan, yüzü bembeyaz alabildiğine…

Gelincik solmuş, papatyaların arasında kanlar içince yatıyordu. Onu diriltmek istedi, onu yaşatmak istedi göz yaşlarıyla; başaramadı. Gidenlere alışmıştı ama her kaybında artık kendinden de bir şeyler bıraktığının farkındaydı. Annesiyle büyük bir parçası mezara girmişti zaten, şimdi de ona bu gelinciği veremeyişi duygularını incitmişti. Üzgün bakışlarla yola koyuldu. Çalıştı, terledi, yoruldu; akşama yüz çevirirken gün yine eve geldi. Onu bugün yine görememişti.

Günler ve geceler boyunca hep onu aradı. Sanki o gün, onun bu köydeki son günüydü. Son gününde onu buldu ve kaybetti. Kim bilir nerede? Kimseye sormaya cesaret edemedi. Huzursuzluk her yanını kapladı. Bu duruma engel olması imkansızdı. Gözlerini açtı ve kapattı. Bunların gerçek olmamasını diledi.

Sormaktan yana oldu hep onu ama utandı, diyemedi. Bir başına yaşadığı dünyasında bir sevda aklını yerinden oynatmış, onu sarhoş etmişti. Bu halinden rahatsızlık duyuyordu. Geçtiği her yolda onu gördüğünü zannediyor, her gelincikle ona kavuşacağını hayal ediyordu.

“Gittin, bunu görmek zor değil. Zor olan gözümün önündeyken seni görememiş olmam. Zor olan yalnızlığıma sıkı sıkı sarılıp senden kendimi istemsizce mahrum bırakmam. Bunu bilmem ve bununla başa çıkamamam.”

Mevsim değişti, gelincikler soldu. Kar taneleri yeri baştan aşağı beyaza sardı. Bir kefendi bu kendisi için. Arasına yatmaktı kurtuluşu, bembeyaz bir davetti bu. Dayanılmaz hüznün sonu, görünmez bir baharın eşiğiydi.

Kıt kanaat yaşıyordu. Eli ekmek tutuyordu. Yaşardı yıllarca bu haliyle. Kimsenin eline baktığı da yoktu. Ama olmuyordu, onu gördükten sonra, bağlandıktan sonra ona görünmez halatlarla, başka bir şey düşünemezdi. Aklında onsuz bir an geçmiyordu.

Bir gün duydu ki gelin gitmiş civar bir köye. Yıkıldı. Kız onu tanımıyordu bile. Nereden bilsin onu sevdiğini. Laf arasında işitti, anası babası ölmüş de akrabalarına gelmiş, geldiği gibi de gelin olmuş, gitmiş. Duyunca içi parçalanıyor, kalbi dizlerini üzerinde yere bakıyor. O da dünyada yapayalnızmış, meğer birbirlerinin dilini bilirlermiş, hiç fırsatları olmamış konuşmaya.

Gençlik, yaşlılık arası geçen ömrü muamma olmuş gözlerinde. Zaman adlı ihtiyarla ne kadardır söyleşirmiş, hatırlayamıyor şimdilerde. Kırışan hatları yaşlılığa alametken, hasretle parlayan gözleri tenine ters düşüyormuş. Gözleri dağların ardında bir yerlerde kenetlenirmiş ara sıra, sonra suskunluk nöbetleri başlarmış.

Derken karlar erir, günler uzar, baharla papatyalar açmaya başlarmış. Yıllar da bu hızla ardı sıra akıp gitmiş. Tarladan eve, evden tarlaya geçmiş yıllar. Evlenmemiş; unutmamış. Öyle ya hayat geçiyor, günler birbiriyle yarışıyor. Ama insan direndiğince seviyor, sevdiğince saplanıyor anılara.

Bir gün çalışmam artık demiş. Evini satmış, eşyasını toplamış, düşmüş yollara. Köy köy dolaşmakmış niyeti. Ölmeden önce bir kez de olsa onu görmekmiş isteği. Yollar uzamış, dağlar kararmış, bulutlar şekilden şekle akmış. Günlerden bir gün gelmiş onun gözlerinde ışıltılar saçılmaya başlamış. Sevda imiş yılların arkasından gözleyen parıl parıl.

“Beyaz saçların, kararmış gözlerin, pörsümüş tenin ama sensin; hatırladığımdan da güzelsin.”

Onu seçmiş uzaktan; elinde su testisi. Başında yemeni, alnında boncuk boncuk ter, bir eli belinde; epey yorulmuş anlaşılan. Uzaktan takip etmiş, girdiği kapıyı ezberleyip köy kahvesine inmiş. Sormuş soruşturmuş bir ev bulmuş. Ama yakın ama uzak bulmuş en sonunda.

Bir şilte bir de o; ev bomboşken durmuş ellerine bakmış oturduğu yerde. Yılların izlerine baktıkça anıları canlanmış. Annesinin ellerini tutmuş, özlemiş, ağlamış… Yalnızlıkla yaşamış, öleceğini hissetmeye de başlamış. Yıllar devirmiş geçmişte birçok ama devrilme sırasına da yaklaşmış. Sırasının yaklaştığını gördükçe telaşlanmış, eli ayağı birbirine dolanmış.

“Sevmek ölmek ya ölürken sen ol yanımda!”

İçinde sır ettiklerini dökmek, bir kez olsun gözlerinin içine bakmak istemiş. Titreyen ellerini yere vurup bir çırpıda ayaklanmış. Çeşmenin önüne varmış. Duvarın dibine oturmuş, beklemiş. Gece olmuş, sabah olmuş; beklemiş usanmadan. Bir kez olsun kırpmamış gözlerini.

Açlık susuzluk demiş bedeni, haykırmış. O dinlememiş. Beklemiş. Yaşı varmış epey artık, beden dayanamamış. Olduğu yerde can vermiş. Gözleri çeşmede, açık kalmış. Sabah ayazından soğukmuş şimdi elleri. Tedirgin bir hal kalmış en son, bekleyişi nihayete eremeden hayat ellerini çekmiş teninden.

Kader bu ya onu bulan sevdiği olmuş. Bir telaş köyü ayağa kaldırmış. Sonra adamın gözlerini yumayım demiş, günahtır. Gözleri gözlerine bakmış; değmiş sanki birbirlerine. Sanki gözler bedenden ayrılıp dirilmiş, ona gülümsemiş. İrkilmiş ama gerilememiş. Tebessümle göz kapaklarını indirmiş; elleri okşamış adeta kuru, soğuk tenini. O an telaşlı, yorgun yüzü tebessüme, huzura kavuşmuş. Bu an için yaşamış, öldükten sonra karşılaşmış. Kavuşturan ölüm olmuş.

Hiç yorum yok:

Dünde Bıraktıklarım

Nexus

İstanbul, Türkiye
Söyleceklerim olmaya devam ettikçe burada olacağım.