Perşembe, Eylül 03, 2009

Çürüyeceksin

Kasıklarında sakladığın bir gerçek var,
Gözlerinde yalanların yansıması,
Saklanman boşuna gölgelerde, mezar taşları seni saklamaz,
Kusar seni gece en sessiz zamanında
Yeri göğü inletir zamansız sahipsizliğin,
Yerin altında çürümüş bedeninle bir başına kalırsın
Rüzgar bile senden bir şeyler koparacak kadar güçlenmiştir,
Şimdi söyle zavallı halinle bana ne yapabilirsin ki,
Etime mi arzun,
Parlayan gözbebeklerime mi
Bir mezarlıkta saklanmış anılarınla, çürümüş bedeninle
Sen bir hiçsin,
Zaman artık seni kustu,
Önemsizsin,
Bittin…

Bütün sevgiler bir hiç uğruna şimdi anlayacaksın,
Gezdiğin her şehirde insanlar seni görmezden gelecek,
Umursamayacak,
Oyuncak gibisin veya bir palyaço ki sahipsiz, sirksiz…
Her gittiğin şehirde beni arayacak gözlerin,
Her gittiğin şehirde büyümüş mezarlıklar bulacaksın,
Beni bulma ümidin solacak,
Çürümüş etin kemiğinde durmayacak,
Döküleceksin parça parça,
Nefesini soluduğun hayata özlem duyacaksın,
Beni terk edişine lanet edeceksin,
Çok karanlık gelecek ayın otuz biri,
O ay gelince sen de kaybolacaksın,
Dünya seni bir seneden fazla tutmaz yüzünde,
Yutar seni karanlıklar,
Hiçbir hesabını göremeden defolup gideceksin,
Korkaklara yer yok yerde ve de gökte…
Mahvına sürükleneceksin.

Salı, Temmuz 07, 2009

Benzersizdi Karanlıkta

Günler gelir,
Öyle bir değerlidir ki bazısı zamanı bağlayasın gelir,
Düşmesin diye elinden eşi bulunmaz dakikaların,
Susarsın,
Dinlersin zamanı, yalvarırsın gözbebeklerinin parıltısında

O günlerden birindeyim,
Gökyüzünde seyreden bir yelkenlideyim,
Bulutları yarıyorum,
Özündeki cevherle yıkanıyorum,
Öyle seviyorum, öyle delicesine...

Damarlanan su gibi,
İçimde kan durmuyor,
Okşuyor tenimi yaz meltemi,
Geçmiş zamanın anıları peşimi bırakmıyor,
Ruhum daralıyor bazen,

Kalemim paslanmış mı ne,
İstediğim gibi gitmiyor sayfalarda,
Onu göremiyorum eskisi gibi kelimelerimde,
Olsun,
İçimde nasılsa yok olmuyorsun,

Güneş mi erken doğdu,
Gece mi çabuk söndü,
Hızla mı çektim nefesleri geceden,
Küle mi döndü,
Anlatsana bana o en sevdiğim masalı; masmavi...

Tabureden denizi izliyorum,
Ayaklarım üşüyor,
Bir bardak çay olsa şimdi,
İnce belli olmazsa olmaz,
Boşver, an güzel, kaçmadan çek nefeslerce,

Takırdıyor zaman,
Çarkında birkaç anı unutmuşuz,
Hangisi tahmin et,
Biraz düşün ama hemen pes etme,
Ağladığına inanmamı bekleme,

Sinende saklanmasına müsade etme artık,
Bırak da gelsin,
Bırak da yansın o artık,
Kalbini saklama benden,
Gözyaşları söndürür, inanmıyor musun,

Biraz dik dur,
Seni böyle görmeye alıştırma beni,
Bak, baksana kuşlara,
Dans ediyorlar,
O geceyi hatırlasana; yemyeşil elbisen...

Şimdi akşama vardı zaman,
Olası bir alacakaranlık var önümde,
Bitmiyor anılar düşündükçe,
Biraz dursan,
Biraz soluklansan,

Aklım beni ağına sardı,
Düşünmek bana mı kaldı şimdi,
Üzüldün mü doğruyu söyle,
Beni duymuyorsun bile,
Olsun, değerdi...

Gemiler geçiyormuş, fark etmemişiz,
Pruvasında zamanın,
Çok acele etmişiz,
Dumanlar bırakmış gemiler,
Gökyüzü kararmış,

Oradaydık,
Unutabilir misin,
Kelebekleri kovalamıştın,
Şimdi omzuma konuyor kelebeklerin,
Kımıldayamıyorum,

Ayağım, ayaklarım acıyor,
Yürümeyi mi unuttular,
Karardı mı dünya,
Gece mi gelen,
Yoksa sen misin gözlerimi gölgeleyen,

Sesim çatallandı,
Konuşmayalı ne kadar oldu kim bilir,
Sen şimdi neredesin,
Doğruların zamanı, hadi söyle,
Mutlu musun,

Yüzünü kaybediyorum,
Seni ne kadar çok sevsem de,
Göremedikçe aklımda batıyorsun anılara,
Tutma ellerimden,
Akıl almaz anılara karışmam,

Gelme şimdi,
Tam da alıştım diyordum yokluğuna,
Şimdi biraz kum, biraz güneş,
Dalgalar vursun üstüme üstüme,
Bunu istiyorum, bu hayalde yoksun,

Sevmek sonsuz,
Gözlerinin dibi yok,
Kaybolurum bakma öyle,
Sonrası yok değil mi,
Öncesi kayboldu zaten,

Attığım adımlar neden hep sana çıkıyor,
Anlamsız zamanda aklıma neden senin hayalin
Neden senin rüyan geceme
Neden varlığın içimde
Nedenlerin de senin olsun, dönmeden arkanı, git bu kez,

İlk gördüğüm anı unutamadım,
Yazdım yazdım bitmedi,
Dünya döndü,
Ben döndüm etrafında,
Yörüngem şaştı tut elimden,

Elini tutunca cenneti buldum,
Bembeyaz pamuk ellerin,
Soğuktu, buz kesmişti,
Isıtan ben olacağım dedim,
Şimdi de üşüyor mu ellerin,

İlk öpüşmenin tadı aklımı benden aldı,
Dudaklarında eridim,
Tadın vazgeçilmez, unutulmazdı,
Hiç bitmesin istedim,
Belki orada ölseydim; kendime gelmeliyim...

Kendimi neye versem yerini tutmadı,
Okuduğum her sayfadan sonra seni andım,
Koştum,
Kana kana içtiğim suda aksini gördüm,
Yazdığım satırlardan seni koparamadım,

Neden çıkıp gitmedin usulca,
Severek ayrılık mı olurmuş,
Ayrılık dediğin kapkara, kıpkırmızı olmalı,
Yaksaydın bir kere keşke,
Şimdi oldu mu, kaldın kalbimde, gel de al kendini,

Bu akşam kapkara olsun,
Bir yıldız bile parlamasın,
Göz gözü görmesin,
En tenha zamanında seni atacağım kalbimden,
Kimse görmesin kanlı ellerimi,

Bu gece köpekler ulumasın,
Yarasalar uçmasın,
Baykuşlar ötmesin,
Bu gece sessiz gözyaşlarım düştükçe yere,
Yer sarsılsın,

Korku doldu içime,
Bir görüntü geldi gözüme,

Bir an geldi,
Ansızın rüzgar kesildi,

İçinde mavi bir su vardı,
Gözlerin dolmuştu,

İçimde kan,
Dokunsan gözlerimden akacaktı,

Bir gülümse bu gece,
İnan duyarım,

Elveda derken bile,
Sana uzanmasaydı ellerim,

Bazen unuttum diyorum,
Bu kez de rüyamda çıkıyorsun karşıma,

Varsayalım ki hiç var olmadın,
Ya da kollarımda öldün.

Perşembe Rüyası'nda

Gece soğuktu,
Rüya vardı aklımda,
O hep görmek için uyuduğum,
Canlandı ansızın yorganımda kelebekler,
Ay yaklaştı,
Bulutlar ellerini uzattı,
Uluyordu köpekler,
Yarasa çığlıkları gecede perde perde,
O an gördüm seni,
Rüyamı bana getirmiştin,

Pazartesi, Temmuz 06, 2009

Gel Dediğini Sandım

Şimdi gecenin körü,
Diyecek ne kaldı,
Boğuluyorum, çek gölgeni üzerimden,
Sen değil misin sanki,
İnkar etme artık,

Yaşlar biriktirdim boş yere,
Sabah olur mu dersin,
Bilseydim,
Böyle mi olurdum yine,
Bilmiyorum,

Uzak bir yerlerde bir sokak lambası,
Altında bir aydınlanan bir kararan çöp tenekesi,
Kenarında uyuklayan bir kedi var,
Görüntüler geliyor aklıma,
Aklım daraldı,

Neden sonra rüzgarımsın,
Tüylerim ürperiyor,
Çimler gece de yeşil midir,
Yoksa güneş mi boyuyor,
Gün doğunca da gözlerim kan mı dolu olur dersin,

Üç sayfa çevirdim,
Dörde gücüm kalmadı,
Sen söyle şimdi neden değilsin yanımda,
Bir sayfa arasından neden çıkıyorsun karşıma,
Bırakıp gidesim var,

Neyim varsa kalsın,
Hepsi senin olsun,
Gideceğim,
Bileğimi bırak bağlılıklarım,
Kimseyi umursamamalıyım,

İlk sayfada umut vardı,
Kalabalıktı,
Güven dolu bir rahatlık vardı,
Kuşlar vardı gökte,
Uçamıyordum eskisi gibi,

İkincide sokakta olmak vardı,
Olduğu yerde olmaktı bu,
Kıpırtısızlık var bünyemde,
Atamıyordum,
İki adım ileriye varamıyordum,

Seni unutmak istiyorum,
Gitmek istediğim yerde sen çıkarsan karşıma,
Çalışacaksın, bir ömür çalışacaksın,
Bahar mıdır bendeki isteksizliğin zulmünü körükleyen,
Bu sene sevemedim yeterince, bu yaz erken bitti,

Bir yol ki derin çukurları var,
Derbeder olmuşum,
Canım acıyor,
Ne uğruna yaşıyorum,
Ben bu ben değil, bu olmamalı,

Belde-i vebada kaldık,
Ovduğum omzumda yıldızların lekesi var,
Irmaktan yüzüme vuruyor mu dersin tuz,
Tuz denizde gerek,
Boş hayallerden yıkanmak mı gerek,

Bir ses geliyor,
Huzursuzlanıyorum,
Bir mayın tarlası mı aldığım nefes,
Vereceğimi bile bile,
Kaybedeceğimi bile bile,

Gecenin bilmem kaçı,
Sevdiğim güzellerin hesabı şaştı,
Sevildiklerim,
Elin parmaklarını geçmedi,
Tutturamadık sevdanın gözbebeğini,

Dumanı görüyor musun,
Nargilemin dumanı o,
Hiç içime çekemediğim misk kokulu esansların yansıması,
Közleri getir usta,
İçim yanıyor bir soğuk su.

Merhaba diyecek kimim kaldı,
Memnun olduğum kimler kaldı yanımda tanıştığıma,
İçten gelen bir ah edemem,
Susarım bu gece,
Ben nasıl sevdim, seviyorum bilemezsin,

Ziller çalıyor,
Susmuyorlar,
Aklımı benden alıyorlar,
Yalan söylenecek kadar sevmek,
Acıyor içim, çok acıyor,

Sustum,
Ağladım,
Göz yaşım akmadı yine,
Biraz karardı içim,
Bulutlar var üzerimde,

Biraz sus içses,
İçimi bulandırdığın yeter,
Şehre bak en yüksek bir yerden,
Sağanak olsun bakışlarım,
Bakışlarım buğulansın,

Bir martı kanadından dünyayı seyredeyim,
Derimde izlerin kaldı,
Bir yarısı bende kaldı,
Gel al diye, hala orada bekliyorum,
Güneş denizde çok kaldı, soğudu bugün,

Ellerin üşürdü burada,
Ben yanardım,
Düdüğünü duyardık vapurların,
Rüzgar olurduk, martı olurduk, tuz olurduk,
Boğaz'da su olurduk, dalgalanırdık köpük köpük,

Yıldızlara bakardık,
Kanatsız uçardık mazide,
Hayaller kurardık,
Şubat akşamına dönerdi haziranımız,
Vitrinde sen, gözlerinde ben,

Bir sigara daha yakardın,
Yağmur başlardı,
Gün doğmazdı senle yatınca,
Tere doyardı yorgan yastık,
Sana doyamazdım,

O an geldi,
Ben anladım,
O hep korktuğum andı bu,
Ayrılık,
Ahıma dayanamadı güvercinler,

Ben seni severken öğrendim,
Sabretmeyi öğrendim,
Ağlamamayı öğrendim, gülerken düşünmeye başladım,
Kırıldığını saklamayı öğrendim,
Susmayı öğrendim sayende...

Vasat Son

Bekle dediğin yerdeyim,
Omuzlarım yoruldu gururumdan,
Seni ne özledim bilsen,
Bir gülümse...

Ağaç bıraktığından farklı,
Gölgesinde solgunlaştı yüzüm daha da,
Baktığım her yerde boşluk dokunuyor içime,
Derin, karanlık kuyular var kalbimde,

Al ne varsa sende kalsın,
Tutma, bırak kolumu,
Bakma bir daha öyle,
Gelmeyeceğini bile bile beklemem niye,

Biraz zaman geçsin,
Ay çıksın, gün solsun,
Benimki inat,
Seni nasıl seviyorsam,

Bir an geliyor,
Sesler kesiliyor,
Ansızın ürperiyorum,
Rüzgar yüzümü kesiyor,

Gözkapaklarımı kapatamıyorum
Yüzüm kızarıyor,
Sonu var mı,
Göremiyorum ben buradan, sonu var mı,

Biraz mutluluğu yanlış yerde aradım demek,
Senin bıraktığın yerde boşlukların en derini,
Anlamsızlaşıyor varlığım,
Kararıyorum.

Delilik ruhuma indirdi darbesini,
Yürümeye başladım,
Adımlarım bensiz,
Ben sensiz,

Şimdi her yerde ayrı karmaşa,
Millet koşturuyor bir yerlere,
Nereye,
Kime konuşuyorum, dinleyen mi var,

Arıyorum,
Açmıyorsun telefonunu,
Mesajlarımı görüyorsun,
Susuyorsun,

İnadının sebebini bilsem,
Bir şey gelir de elimden,
Şimdi oldu mu,
Bağladın beni en köründen,

Böylesi bize yakıştı mı,
Saçlarının izlerini tenimden al da git,
Gülümsemeni gözbebeğimden kopar da git,
Git Allah aşkına, git.

Kendimi kandırıyorum gittin gideli,
Sanki kavga etmişiz, haksızmışım,
Kendime kızıyorum,
Senin yüzünden, yersiz kendime çatıyorum,

Berbat bir yaşam oldu şimdi
Ne arayanda huzur
Ne aradığımda ses
Sessizleşti dünyam

Meğer ne çocukmuşsun,
Bilsem sever miydim,
Sevmemek, seni görmemek elimden gelir miydi,
Kandırma kendini, sonsuz çukurda düşeceksin işte,

Kime ne desem ki,
Seni mi anlatsam yine,
Boşluğun dolmaz,
Başımın tacısın, çok güzelsin,

Gelsen,
Ama gitmesen,
Bir arasan,
Sesine koşmazsam...

Hiç mi özlemez insan,
Onca ay geçsin,
Sevdim de,
Sonra bir hayalet ol,

Kahvemden tat alamıyorum,
Kendimi spora verdim,
Okuyamıyorum,
Sürekli seni yazıyorum,

Sayende kendimden nefret ediyorum,
Aptal aptal telefonuma bakıyorum,
Sokağa çıkmaya korkuyorum,
Olur da seni görürsem,

Ne der, ne yaparım,
Terliyorum düşündükçe,
Hem telefonuna yanıyorum için için,
Hem görmekten korkuyorum seni,

Ne halin varsa gör,
Bir daha da arama sakın,
İmkanı varsa öl,
Öldüğünü varsayıyorum.

Pazar, Temmuz 05, 2009

Yavaş Yavaş İlerledi Zaman

Sonu gelmez mi sandın,
Oradayız,
Baksana köpüklenen dalgalara,
Hep bu anı istemedin mi?
Sonu görmek...
Nihai olanın büküldüğü yer burası,
Şu evi görüyor musun?
Bana biraz daha yaklaş,
Rüzgardan korkma,
Sen hala buraya aitsin,
Sürükleyemez seni dağın eteğine,
İradenle ayaktasın,
Evet, adımların cesaret dolu,
Ve söz verdiğim gibi göreceksin arzu ettiklerini,
Merak etme daha fazla,
O evin içinde bir ocak tütüyor, dumanındaki koku...
Gelmeyeli çok zaman oldu,
Bak, bak, bir balık atlıyor denizde,
Aksi yönde, kaçırıyorsun...
Sen kaçırmaya mecbursun belki de,
Kırıklarla dolu hayallerin,
Değmezdi belki de üzülmene,
Sonu gelmez duyguların,
İnelim mi artık,
Yemek için bekliyor bizi,
Ama uyarıyorum, bu yolun dönüşü yok,
Görünen seni aldatmasın,
Talihsizlikle hapsolmanı istemem,
Huzur bulacaksan ver elini,
Burası hayallerinin en mavisi, en kırmızısı, en yeşili,
Sana hayalini veriyorum,
Ama orada kalacaksın evren yok olana dek,
Sıkılmazsın,
Ne de olsa bu senin hayalin,
Değil mi?
Bak senin için bunca yol geldim,
Ne bu kararsızlık,
Çok mu mutluydun hayata yenilirken,
Gözlerin yaşlıyken
Aklında bin bir soru dolaşıyorken,
Söylesene, bu nasıl bir korkaklık
Neyi bıraktığını sanıyorsun arkanda,
Seni seven mi var,
Hadi söyle?
Kim senin yanında olmanı ister?
Var mı ebedi istirahatgahın buradan başka?
Var mı ruhuna pranga?
Kır korku kapanlarını, tut elimi?
Ben de alışkın değilim böylesine ama istendi,
Huzur bulman dilendi,
Ve huzur bulman için bin bir emekle yerden yarattım bu evi,
Orada özlediğin herkes var,
Belki de gerçekten ölüm sana huzuru getirecek olan,
Sen seç?
Bilmediğin karanlık bir ölüm mü?
Sonsuz bir hayal mi?

Kum tepelerine dikkat et,
Altlarında neler sakladıklarına inanamazsın,
Görmek de istemezsin,
Adımına dikkat et,
Elimi sakın bırakma,
Yol güvenli değil,
Ölüler her yerde, ama göremezsin,
Kokunu duyuyorlar,
Heyecanlandılar,
Yaşıyor olmanın ne demek olduğunu hatırlıyorlar sayende,
Kemiklerini saran sıcak dokuyu özlüyorlar,
Sana dokunmak,
Hayatta oldukları anların ölümsüz anılarına karışmak istiyorlar,
Bırakırsam ölürsün,
İncinmeni istemiyorum,

Yorulduğun açık, uyumalısın,
Hayalkuran'ın evindesin,
En çok neyi istiyorsan, sahipsin,
Sonsuzlukta sen bu evin sahibisin, nöbetçisisin,
Hapsindesin demek de mümkün ama gerek yok,
Var mı?

Yağmur yağacak, ben çıkınca camları kapat,
Ölülere yaklaşma,
Kum tepelerini aşma,
Kokunu aldılar,
Açlar,
Seni bekliyorlar,

Arkadaki oda kütüphanen,
Bütün sevdiğin kitaplar orada,
Sol tarafta da okumanı istediklerim var,
Benim kitaplarım,
İyi bak onlara,
Yemeye ihtiyacın olmayacak,
Bahçene elma ağacı bile dikmedim,
Hiçbir şey yeme,
Ölmen iyi olmaz,

Denize bak, bak...
Gördün değil mi balıkları,
İki hayır üç taneydiler,

Güneşe bak, ne kadar da güzel,
Görüşürüz hayalkuran,
Bir ömür sür hayalinde,
Ölümsüz ol istediğince.

Bir Martının Kanadındaydı O An

Uzaktı,
Tek yol vardı,
Döndüm, gidemedim,
Neden sonra kırlangıçları gördüm,
Sonsuzdu gökyüzü,
Bulutlar gözümde küçüldü,
Bakamadım,
Gözlerinin içi derindi,
Korktum,
Yaklaşamadım,
Rengin soldu, yüzün asıldı,
Elimi uzattım, bir hayaldin, dokunamadım,
Hava sıcaktı,
İçimde tarifsiz bir duman,
Göz gözü görmüyordu,
Bir sayfa çevrildi, beyaz olsun dendi,
Ama yoktu artık beyaz bir sayfa,
Başlamak için çok geçti,
Bir son yazılmalıydı,
Sen bana çok uzaksın,
Sana koşuyorum, kendimi kaybediyorum,
Nihayetinde bilmediğim bir yerdeyim,
Bir başımayım,
Gel bul beni
Seni bekliyorum, biliyorsun, hissediyorsun
Ben gibi,
Biliyorum, sen de seviyorsun.

Perşembe, Temmuz 02, 2009

Perşembe Rüyası

Gece soğuktu
Seslerini duyuyordum
Korku doldu damarlarım
Sustum
Rüzgar dalgalanırken bir şey oldu
Bir gölge hareketlendi
Gölgem bedenimden koptu
Gece ısındı
Sırtımdan melek kanatlarımı atmıştım
Tenim yanıyordu
Sonra o merdiveni gördüm
Ahşap tırabzanına yaslanmış bekliyordun
Dudakların ıslaktı
Elimi beline attım, sonra sol elimle boynunu kavradım
Seni kendime çektim
Gece yanıyordu

Pazartesi, Haziran 22, 2009

Bir Zaman Gelir

Segâh makamından bir ney taksimidir bu. Derinden kopan fırtınadır; kelebeğin kanatlarıdır sebep, arzular tende tüyleri diken diken eder. İşte o an, gözbebekleri küçülür. Bin bir anın gölgesinde sükûnetle bir damla gözyaşı biriktirir. Doruklarındadır sevdanın; kalbi istemsizleşen çırpınışlarla çıldırır.
Bir gece olmuş; rüya görememiş. Ve rüyalarının çalınışıyla karşı karşıya kalmış. Uykunun tadı vazgeçilmezken acı ve ekşiye bulanmış. Gündüz hayallerine dalmış. Rüyaya denk aramış; günler geçmiş, geçmiş geleceğe sarılmış, o bir başına ağlamış.
En son gördüğü bir yüzmüş. Beyaza yakın, soluk tenliymiş. Dudaklarından çenesine, gözkapaklarından kaşlarına yumuşak hatları varmış. İlahi huzurun işaretleriyle doluymuş. Neden sonra fark etmiş; bir de gülümsemesi varmış. Lakin ölgün güzelliğinin içinde hayat dolu gözleri ışıldıyormuş sadece.
Sonra düşünceleri o siluete odaklanmış. Farkındaymış; ne olursa olsun onu bulmalıymış. Devası ondaymış. Ve miş’li geçmişe perdeler inmiş kıpkırmızı. Girizgâhımız huzurunuzda nihayete ermiş. Ve başlıyor hikâyemiz; sabrınıza hayranız, bilmediğimiz bir zamanı sizden çalacağız.
Ruhun beyaz gözleri vardı. İstediği bir bedendi. Arzuysa bilmediği bir tattı. Dünyaya matemli bir damla görüntüsüyle süzüldü. Göğün bulutları aştığı katından iniyordu. Gözümün kenarına ilişti; dünyam değişti.
Önce oda kapkaranlıktı diğerleri gibi. Tavan görünmüyordu. Lakin varlığından da şüphem yoktu. Gözyaşını silmedim, gözyaşım olsun istedim. Bekledim. Damarlarımın acıya göz kırpışıyla kanlanan gözlerimi yumdum. Ovuşturmam yetecekken yıldızları görmeme; kılımı dahi kıpırdatmadım. Sevdim; evet, çok sevdim. Göz yumacak kadar çok sevdim. Parmak uçlarım yanıyor, birazdan uyuşmaya başlayacaklar. Hissediyorum. Kokunu duyuyorum. Kirpiklerime dokunuyor ince bir rüzgâr kapı aralığından. Ayak sesleri… Geliyorlar!
Papatyaların yaprakları titriyor. Görmen gerek bu güzelliği. Çıkmam gerek. Gözlerimi açmam gerek. Hayal kapısı henüz açıkken, bu daveti kabul etmem gerek. Beni bir daha göremeyeceğini biliyorsun. Sen hayat dolusun. Benim hikâyemdeyse mutlu son yok! Kanayan ağzımdan bülbüller kanatlanacak, kan kırmızısı kelebekler… Kelimelerim kadar güzel bir son bulacak; onlar kadar siyah.
Bir meselem var kendime sakladığım. Onu bulacağım elbet. Ama soğuk esen rüzgârı tenime salan bu kapıdan; ayak seslerinin çiğnediği o yoldan gitmeyeceğim. Bana güven; gözyaşımı silmeyeceğim. Bir daha ağlamayacağım. Gitmem gerek. Bırak artık elimi. Sen de gelemezsin. Kal.
Neden sonra yağmur başladı. Odanın ortasında bembeyaz elbisesinde kıvrılmış ağlıyordu. Onu yalnız bulduklarında çok şaşırdılar. Sarımsı yeşil renkte bir dut yaprağı camdan süzüldü eteğimin ucuna, bir o fark etti; gülümsüyordu.
Büyük dut ağacının altındaydı. Diz çökmüştü. Her yanı mosmordu; dut lekesi. İznini bekledi konuşmak için. Gece gelene dek hiç kıpırdamadı. Nihayetinde dut ağacının dalları esnedi; çatırtılarla aya selam verdi. Yıldız ışığı ve gölgeler sardı bedenini. Alnı toprağa değdi; yalvardı. Rüyaları için gelmişti. Ellerini açtı; bekledi.
Saat gecenin üçünü gösterdiği anda iri bir siyah dut dalından koptu; süzüldü. Elimde yolculuğu son buldu. Tereddütle yedim. Tadını her zerremde doyasıya özümsedim. Gözlerimi kapadım, dutun yaprakları üzerimi örterken uykuya daldım.
Rüyam bana geri dönmüştü ama eskisi gibi değil. Şeytanın ayetleriyle gelmişti. Çılgıncasına davul sesleri ürpertiyordu bedenimi. Karanlık bedenler vardı. Kendilerinden geçmiş dans ediyorlardı. Neden sonra biri aralarından ayrıldı. Ellerini bana uzattı; iki kızıl çukur bana bakıyordu. Tırnaklarını gördüm ve kemikleşmiş ellerini. Yüzüme yaklaşıyordu. Davullar çılgına dönmüştü. Alevin çatırtıları yanık kokusunu getirdi. Ter içindeydim.
Uyandım!
Ben artık eski ben değildim.
Ve kaybolmuş benliğin sapkın deneyimleri bir bir gerçek kılışı böyle başladı. Ve son masum rüyasında gördüğü o yüzü hatırladı. Yüz sertleşti; gözleri kanlandı ve korkuyla doldu. İşte o an ölü bir kelebek kendini rüzgara bıraktı.

Cuma, Haziran 19, 2009

Bu Gece

Elim titriyor
Gözüm kamaşıyor
Çok güzelsin
Bu göğüsler bu eller
Bu kalçalar

Ellerim titriyor
Gözlerim yaşarıyor
İçim ürperiyor
Gece sessiz
Sensiz


Yatağım boş sessiz
Gel beyazlara bürün de gel
Ya da giy siyahtan siyahtan
Yatağımı ısıt
Yor beni bütün gece güzel kız uyutma


Sabah olmasın
Göğüslerin ellerimde
Gözlerin tenimde dudaklarımda
Çatlamış tavanda sıva
Son bir defa inlet yeri göğü son bir defa


Şimdi huşu boşluk dalgınlık
Bir sen varsın
Bir ben
Yeniden doğacağımı da bilsem
Burda ölesim yok bu gece

28.04.08
H.E.A.

Eskisi Gibi

Kitleniyor
Duraksıyorum
Baktığım sen olmasan da
Gördüğümsün
Gerçeklerime berzah berzah
Sızıyorsun
Seni
Hayalini durduramıyorum
Varlığınla beni yok ediyorsun
Parça parça ediyorsun
Lime lime
Dur bir an bari
Hayal de olsan
Bir tebessüm et
Gözlerin ışıldasın
Eskisi gibi bak şimdi
Yalvartma

04.05.08
H.E.A.

Gül Dalından Güzelsin

Gül dalından güzelsin
Bir damla yaş süzülmesin
Ama o güzel bademlerden
Bir damla yaşın
Kurutur beni
Gözlerin hep sevgiyle ışıldasın
Işıkları söndü mü
Cehennem kapılarındaki meşaleler
Yanar içimde
Olmaz
Böyle de olunmaz
Böyle de güzel olunmaz ki
Hayalsin
Hayalimsin
Hayallerimden sıyrılıp da gel
Gözyaşlarınla
Hayal kırıklarınla
Ağlamaklı suratınla
Titreyen dudaklarınla gel

27.04.08
H.E.A.

Üzülme

Mermerde gülümsemen asıldı kaldı
Bana bir dakikan lazımdı
Üşüyorum
Neredesin, bilmiyorum
Her yer yemyeşil, rüzgar delicesine yüzümde
Gözyaşım içime saplandı
Titriyorum
Bir şal almışsın simsiyah
Gözlerin yaşlı
Dudakların titriyor
Hakkım varsa helal ediyorum,
Minareler görüyorum
Bembeyaz minareler
Bir çölün ortasındayım
Boğuluyorum kanımın ortasında

Perdemi dalgalandıran rüzgar ol da gel
Tenimi yakan ateş ol da gel
Zihnime dolan gölgeye sarıl da gel

Yalnızım
İşte seni bekliyorum
Sararmış bir anın
Uykusuz safağısın

Söylenmemiş bir nağmesin,


Kayaya vurup
Tuz buz olan dalgasın,

Havasın
Susun

Bırak da bedenim
Nihayetinde
Gözlerini yumsun.

Unuttukça Uyanıyordu

Gözyaşıyla başladı yağmurlar,
Bekle dediğin yerdeyim;
Acılar var yüzlerde yüzlerce,
Seç birini çek üstüne!

Otobüs beklerken paltosuna sarılır gibi,
Açlıktan midesi kavrulur gibi,
O en sevdiği anı anımsar gibi,
Hep üst üste geliyor dakikalar.

Kalemin ucunda ümit kaldı mı,
Yağmur gibi ağlarken kağıtta izler,
Kelimelerim morarıyor,
Seç bir yol kendine sessizce!

Çınar gibi heybetli,
Onun gibi savunmasız kalıyor;
Hareketsiz yere yaslanıyor ve
Oyuluyor, çöplük oluyor zaman...

Bir hayat var karşımda,
Sırılsıklamsam ansızın vuran dalgayla,
Bir son var karşımda,
Atlıyorsam bile bile suya...

Sararan bir yaprağın yüzünde gözyaşı,
Akan zamanda bir gonca gül,
Gece hiç böylesine kararmış mıydı,
Ya dün, gün nasıl da parlıyordu...

Sonra yağmur başladı; ıslak ve ağlak,
Çocukluğum gözlerimde canlandı,
Bulutlar var sonra ,
Siyaha doğru grilerce.

Eline para değince ışıldadı gözleri,
Ekmek çiğnedikçe silkelendi,
Saçlarında Kronos'un iplikleri,
Dante ne zaman öldü; bilemedi.

Dünya durdu, döndüm etrafımda,
Güneşim oldun, rüyam oldun,
Her şeyim oldun yetmedi,
Kabusum oldun...

Otobüs tıklım tıklım,
Kaldırımlar yok, yerinde çamurlar,
Sessizleştim, kör ve sağırım artık,
Geceyi görmeden bildiğim yıldızları aradım.

Mermer damlayan musluğa sövüyor,
Ben yüzüme vuran kar tanelerine sövüyorum.
Yol uzuyor, uzadıkça beyazlıyor;
Masum, sade ve sessiz...

Ağaçlar beyazlıyor,
Biri rüzgarı sallıyor, karları seyreltiyor;
Buz tutan burnumda karanfil kokusu,
Gözlerimin önünde gülümsemen canlanıyor,

Çatırdayışını işitiyor musun sen de zamanın,
Göz yaşlarını tadıyor musun sen de toprağın,
Parmakların ucundan tutar karanlığı o zaman,
Ve bir ömür uzanır bilinmez yere.

Bir Teselli Yok Artık

Bir teselli yok artık. Rüzgar bulutları sarsıyordu. Beyaz gökyüzü hırçın rüzgara boyun eğmiş, sanki üzerime çökmüştü. Atlas artık yerküreyi tutamıyor; omuzları titriyordu. Ve ilk damlasıyla yağmurun içimde bir şeylerin eridiğini hissediyorum. Damlaların her birinin anlatacak ayrı bir hikayesi var, duyuyorum. Bir anda hepsini dinlemeye çalışmamalıydım. Geriliyorum; kaçacak, saklanacak bir delik bulamıyorum. Kendi hikayemi anlatmaktan kaçmaya bir son verme zamanına geldim; kırılma anımı yaşıyorum.

Tuhaf bir düşüş bu; uykudan istemsiz koparılış. Kelimelerim morarıyor, sulu gözlerle cümlenin sonuna yaklaşmaktalar. Tadı kalmadı bu mevsimin. Soğuk eskisi gibi hissettirmezken, dökülen yaprağın çizdiği halkalardan bir hayal kapısı bulamazken, damarlarından isminin harflerini göremezken yaprağın düşüşünde de bir anlam yaratamıyorum gülümsememe. Tuhaf bir anın eşiğindeyim. Farkındayım olacakların, bir teselli yok artık.

Derin bir nefesle tozlu havayı içime çektiğimi hatırlıyorum. Yüzümün yarısı uyuşmuştu. Üşümüş, cenin şeklinde kıvrılmıştım. Halının böylesine rahat olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sırtımda hafif bir ağrıyla doğruldum. Ufak bir kan göleti vardı aklımda hayal kırıntılarına karışmış. Hatırlıyordum daha dün gibi ve emin olamıyordum gerçekliğinden. Kan damlasının alnından yanağına süzülüşünü görüyordum defalarca. O ana bağlanmış, onu unutamıyordum. Yavaşça beyazlayan tenindeki soğukluk odada esiyordu adeta. Gözlerimi açmak istedim ama emin olamadım hangi tarafın bana gerçekleri göstereceğinden.

Yürünecek bir hayli yol vardı. Sıklaştırdığım adımlarımla yağmurun altından süzülüyordum. Yeterince ıslatamadığına sinirlenmiş olsa gerek ki hınçla yüzüme vuruyor rüzgarla ve onunla kıyasıya bir savaşa başlıyorum ateşten bakışlarımla. Yenileceğimi bile bile veriyorum mücadelemi, terim yağmur damlalarına karışacak en sonunda; biliyorum.

Kaloriferin de hali kalmamış; ısıtamıyor eskisi gibi. Belki de ben ısınamıyordum. Önümde birkaç defter açık, bir kısım karmaşık notlar alınmış. Pencerenin kıyısına bir güvercin sokulmuş, bana bakıyordu. Titriyordu sanki, belki de içimin titremesiydi bu.

Artık kabullenmeliydim. O ölmüştü. Bu durumu hiçbir şekilde değiştiremeyecektim. Onu bir an olsun aklımdan çıkaramıyordum. Deniz kıyısında bir kayanın üzerindeydik en son. Bundan birkaç ay önceydi. Yaz sonundaydık, yağmurlar başlamıştı. O gece bulutlarla doluydu ama yağmursuzdu. Uzaklarda şimşekler çakıyordu. Sessiz, siyah bir geceydi ve şimşekler ona inat bir an durmaksızın maviye boyuyorlardı gecemizi damar damar. Eski aşklardan, kalp kırıklıklarından bahsediyorduk. Sen bir sigara yakmıştın, ben şişeden son yudumu aldıktan sonra. Dalganın biri haddini aşmış köpüklerini ellerimize uzatmıştı. Kalkmaya yeltenmiştim, elimden tutana dek. İyi ki o anı olabildiğince uzatmıştık.

Amansız çıktım sokağa, isabetsiz adımlarla mezar taşını buldum. Belki saat belki saatler geçmişti. Bir kadehten sonrasının anlamsızlaşması gibi zaman dakikalara sarılmış benden uzak duruyordu. Bir teselli yoktu artık ne şarkıda ne ağlayan göğün ıslak gözyaşını soluyan yabancı bir yerde. Telefonundan birkaç şarkı çalmıştın. Susup dinlemiştik, ezbere bilsek de eşlik etmemiştik. Dalgalar bile durulmuştu o anda. Şimşekler çaksa da gök gürültüleri bizim sessizliğimize dokunmamışlardı.

Cenazenden kaçar gibi uzaklaştığım için beni affet. Toprağa adım atarken arkandan bir avuç kahverengi ev hediyesi veremediğime hayıflansam da, ne olur sitem etme bana. Yapamadım. Tabutta olman yeterince berbattı zaten. Bir de gömülmene dayanamazdım. Ama bak, yanındayım. Şimdi burada yapayalnızız. Eskisi gibi saatleri devirelim, konuşacak epey olay olmuştur. Seni dinliyorum!

O günü yaşamalıydım. Yaşadım. Seni yeterince yalnız bırakmıştım zaten. İzninle bu işi artık bitirmeliyim. Gecemde ve günümde görüyorum defalarca, buna dayanamıyorum. Bundan artık kurtulmalıyım. Gittin, bütün yükü bana bıraktın. Adil mi böylesi?

Dünyanın sonuna yaklaşıyorum. Levhanın sonundan akan büyük çağlayanların yakınındayım. Hava aniden soğuyor, sular kabarıyor. Sokağın ortasındayım, yalnız başıma, saçlarım rüzgarda; darmadağınığım. Ağaçlar yapraklarından soyunuyor, dallar rüzgarı kamçılıyor; rüzgar daha da hırslanıyor. Yüzümde tarifsiz bir huzur, attığım her adımda rahatlamaktayım.

O deftere ilk şiirlerimi yazdığım günü hatırlıyorum. İlk kez aşık olmuştum. Kalbim yabancı duygularla sarhoş olmuş, ne yapacağımı şaşırmıştım. Platonikti, en güzeli de böyle olmasındandı. Bir hayal dünyası yaratmıştım kendime kendimce. İçinde onunla baş başa hayallerimin gölgesindeydik. Ve içimden ne geldiyse yazmıştım bir kelimesini bile silmeden. Ve sen okumuştun her birini. Ben elimi çeneme yaslamış denizde gülümseyen yakamozlara isyan ederken, sen ilk kez aldığım kalp yaramı teselli etmiştin ipeksi kelimelerinle. O gün, o defter zamanından erken kapanmıştı; bir daha açmamaya yemin etmiştim yanında. Hatırlarsın. Hatırlamalısın; o kadar da çok zaman geçmedi.

Babanın sana aldığı kolyen de oradaydı. Cenazeden sonra koymuştun. Oradaydım. Birlikte kilitlemiştik. Çok içtikten sonra istemsiz yutkunurdun bir iki kez. Omzuma yaslanınca ağlamaya başlardın. Konuşmazdık. Nedenini de bilirdik, çaresizliğini de. Susmak güzel bir yoldu; konuşmadan bulduğumuz, ölesiye sarıldığımız…

Oyuncak bir bisiklet koymuştuk; metal ufak bir bisikletti. Bir daha hiç binmeye çalışmayacağım o bisiklet gibi. Bütün çocuklar bisikletlerine binerken hep yapacak bir işim çıkardı. Kendime yalan söylemeyi iyi becerirdim, ama sen gözlerime bakardın, anlardın. Bazen aksayarak yürüdüğümde yorulduğunu söylediğin, oturduğumuz gibi bir köşeye. Ben hastalığımı hiç kabullenemedim. Sen hep bildin, hep yanımda oldun. Bisikleti de kilitlemeden önce, emin misin dediğini hatırlıyorum. Hiç o kadar emin olduğumu da sanmıyorum ömrümce. Bacaklarımdan o hastalığı çıkarıp atabilmeyi istediğim kadar büyük bir istekle çıktı dört harfe sığan onayım.

Bir de ilk okuduğun roman vardı orada; sayfalarında yaprak koleksiyonun. Onu neden koyduğunu hiç söylemedin. O kitabı hiç okumadım. Okumayacağım da. Söylemek istememiştin, söz vermiştik o kutuya koyduklarımız konusunda. Kim bilir kaç yaprak biriktirmiştin içinde, büyük çınar yaprağının damarlarına baktıkça dedemin elini hatılıyorum, demiştin. Sonra yanağını ovuşturmuş, kaşlarını çatmıştın. Konuyu da kitapla beraber kapatmıştın.

Bir metal para atmıştım içine, para için ilk defa kavga ettikten sonra. Atarken sinirliydim. Gözlerime kenetlenmişti gözlerin. Konuşmamıştık yine. Git gide yaklaşıyordum. Bu kutuyu hiç açmayacaktık. Ama içindekiler çoğaldı. Tek kişinin taşıyamayacağı kadar da ağırlaştı. Belki de zayıflayan bendim hayatın akışında.

Çok sözler vermiştik birbirimize belki çocukluğun umursamazlığıyla belki de bir şeyleri korumak umuduyla. Umudum kalmadı ve umursuyorum artık hayatın sunduğu her şeyi. Bir şarkının kısık nağmeleri kulaklarımda çınlıyor. Uzaklarda deniz sesi, dalagalar… Martı feryatlarını duyuyorum. Ve kayalarda parçalanan dalgaların köpüklerini hissediyorum.

Sitedeki eski evi hatırlıyor musun. Sahildeki kırık pencereli iki katlı evi; satılmış. Kutuyu ikinci kattaki odaya saklamıştık. Ne zaman bekçi orada görse bizi kaçardık soluk soluğa kalıncaya dek. En son yedi yıl önce gittik oraya. Unutmadım; unutmadığını da biliyorum. Oranın kapısındayım şimdi. Ev yenilenmiş, kapıyı çalıyorum. Genç bir kız açıyor.

Bir kutu aradığımı söylüyorum. Çok da detaya girmeden yerini tarif ediyorum. Gözlerindeki ışıltıda sanki seni görüyorum. İçeri gidiyor, bir süre geçiyor; geliyor.

“Biz de bu kutunun sahibinin kim olduğunu merak ediyorduk, buyrun”, dedikten sonra hikayenin o kısmını atlatıyorum. Bir çocukluk hatırası ellerimde kıvranıyor. Sahile iniyorum. Anahtarı cüzdanımda hala saklıyorum. Açmak istemiyorum.

Bulutla doldu yine gökyüzü. Beni affet.

Kutu serin çakıl taşlarının arasından uzaklaşıyor. Önce rüzgarı tadıyor büyük bir ivmeyle, sonra serin dalganın altında salınan soğuk Marmara’nın tuzlu mavisini. Kitap ıslanıyor, yapraklar bir an canlanır gibi olup çürümeye başlıyorlar. Mürekkebi dağılıyor mısraların, gençlik şiirlerinde kelimeler dağılıyor, sayfalar birbirine karışıyor. Kolye bir köşede, bisiklet bir başka köşede ve birkaç fotoğrafta sessizce boğuluyoruz.

Sessiz Felaket

Yağmur başlayalı çok olmamıştı. Sokakta yalnız başına yürüyordu. Hava kararmıştı. Yeşil yapraklarla sarmalanmış ağaçlar rüzgara eşlik ediyorlardı. Vahşi bir danstı bu; bazen rüzgarı kamçılıyordu dallar, bazen de rüzgara dayanamayıp çatırtılarını geceye salıyorlardı. Yetmiş altı numaraya gelince durdu. Ellerini ceplerinden çıkardı. Üşümüştü. Yaşı ilerlemiş, artık eski gücünden eser kalmamıştı. Bakışlarını yukarılara doğru bıraktı. Gözleri üçüncü katın yanan ışıklarında kitlendi.
“Burada olmamalıydın!”
“Onu ne kadar merak ettiğimi tahmin edemiyorsun o zaman.”
Kapı ağzında soğuk kelimeler birbirine çarpıyor ama sessizlikleri bozulmuyordu. Fısıltıyla sarf edilmiş sözlerdi. Kadın, dinleyen var mı diye ortalığı kolaçan etti üstünkörü; sonra içeri aldı onu hızla.
“Bunları almalı!”
“Hayır!”, dedi kadın. Bunların onu daha fazla zehirlemesine izin vermeyeceğim. Oğlumu bir daha benden çalmanıza izin vermeyeceğim.
“O artık senin oğlun değil, biliyorsun. Bunu daha önce de konuşmuştuk. Böyle olmasını kendisi istemişti.”
“İnanmıyorum!”
Birbirlerine bakışlarının rengi değişiyordu. Adamın sert mimikleri yerini ifadesiz bir yüze bırakırken; kadının karşı koyan tavrı yerle bir olmuş, yere bakmaya başlamıştı hüzünle. Evde sessiz nefes alışverişlerinden öte bir ses duyulmuyordu. Duvarlar bile sessizleşmiş, onların ağzından çıkacak kelimeleri bekliyorlardı.
Neden sonra ayak sesleri gelmeye başladı. Yirmili yaşlarına gireli çok olmamış, yüzünde sivilceli ergenliğin kaybolmaya yüz tutmuş lekeleriyle genç adam göründü. Pijamalarının dışında kalan suratından da uyku damlıyordu. Gözleri şişmiş, esniyordu. Adama kuşkuyla baktı.
“Geleceğinden emindim. Gidelim. Anne, bunu anlaman gerek; ben bunun bir parçasıyım. Üzülmeni istemiyorum.”
“Ama üzmekten de vazgeçmiyorsun.” Kadın üzgün ifadesini saklamaya çalıştı; başaramadı. Gözlerini yerden kaldırmadı. Gidecekti. Bunu çok iyi biliyordu. Belki bu kez bir daha da geri gelmeyecekti. Emin olamazdı ya üzüntüsü fırtınalar doğuruyordu içinde.
Genç adam dikkatle adımlarına yön veriyordu. Mavi duvarın önünde dikkatle yerini aldı. Annesine seğirir gibi oldu gözleri, hızla toparlandı. Gözlerini yavaşça kapatırken dudaklarında kıpırtılar görülür olmuştu. Kadının bilmediği bir lisanda tekrarlamaya başladı o cümleyi. Sesi git gide artıyordu.
Duvarın arkasına denk gelen sokakta bir tek lamba vardı. Sokak lambası sarımsı ışığını yitirir gibi oldu ama sonra ışık daha da kuvvetlendi; masmavi bir renkle sokağı aydınlatıyordu şimdi. Ve cızırtılar duyuldu. Birkaç şiddetli patlama sesini takip eden koyu karanlık oldu. Sesleri içine çeken bir karanlıktı bu.
Duvarda mavi bir ışık derinleşti; uzak bir yerden sesler getiriyordu ışık. Kalabalıkların sesiydi; binlerce insanın sesi. Arkasına baktı; yere bakan yüzünden düşen ilk damlayı görürken o da ışığa ilk adımını atıyordu. Annesinin gözyaşı yere düşmeden her şey olup bitmiş; ortadan kaybolmuştu. Adam da yoktu şimdi ortalıkta. Dizlerinin üzerine çöktü kadın, elinde onun haplarıyla ağlamaya başladı hıçkırıklarla.
“Gitmemeliydin.”
Günler ve geceler birbirini izlemekten hiç vazgeçmedi. Annenin gözyaşları hiç durmadı. Çocuk buna hiç aldırmadı.
Üzerinde rengi solmuş bir örtü vardı sadece. Atletle uyuyakalmıştı. Pijamaları komodinin üzerinde ütülü duruyorlardı. Giymeye üşenmişti. Çok yorgundu. Yüzünde uykunun vereceği huzur yoktu. Gözkapakları titriyor, boynunda damarları belli oluyordu. Nefes alışverişi git gide hızlanıyor, terliyordu. Birden irkilerek uyandı.
“Gördüm. Onu gördüm. Beni bekliyor.”
Yaşlı adamın yüzünde genişleyen bir gülümseme hayat buldu.
“Saklandığı yerde dua ediyor. Öldürmesi için tanrıya yalvarıyor. Yaşamın ona getireceklerinden korkuyor. Bizden, benden korkuyor.”
Bir şeyler mırıldanan adam, gencin dediklerine aldırış etmeden odadan çıktı. Kapanan kapının sesiyle irkildi. Duvara baktı. Dinledi. Bugün çok kötü şeyler olmuştu. Bunları duymaktan bıkmıştı. Kulaklarını elleriyle kapamak istedi ama annesinin hıçkırıklarının, kesik kesik aldığı nefeslere sığışan acı dolu feryatlarının sesi hiç kesilmedi. Ölen bir çocuğun ardından ağlayan annesinin çığlıklarını da durduramadı. Ve dahi binlerce iyi, kötü olay zihninde hayat buldu. Duvara baktı; ama duvarlar ona acımadı. Sırlarını çalmıştı. Bu kadar istekliyse, sonuna kadar mücadele etmeliydi sonuçlarıyla.
“Yeter artık!”
Duvarlardan kahkahalar yükseldi. Genç hırsız gözlerini her açışında duvarlar ona daha da yaklaştı. O sahip olmadığı bu yeteneği çalmıştı. Ve şimdi de bunun altında eziliyordu.
Sevgilisinden ayrılan kızın vurduğu duvar suratı oldu ve darbeler karşısında hareketsiz kaldı. Gözleri acıyla yaşardı, ses çıkaramadı.
“Bütün bunların sırrı sende; biliyorum. Sana geliyorum.”
Yaşlı adam, düşünceli gözlerle uzaklara bakıyordu. Kontrol edilemez bir hale girmesinden çekindiği açıktı. Ona ve düşüncelerine eskisi kadar hakim değildi.
“Neden onu arıyoruz?”
“Çünkü bizden çok değerli bir şey çaldı.”
“Ne çaldı?”
“Bir taş!”
“Ne değeri var ki bu taşın?”
“Dünyanın ilk duvarının bugüne kalan son taşı! Ona nasıl hükmedeceğini bilene sonsuz gücünü verir. Çektiğin acıların sebebi o! Öldürmelisin onu!”
Gözleri uzaklara daldı. Bakışları zihninden koptu; zincirlerini kırdı. İradesinin engellerinden kurtulur kurtulmaz derin vadilerden, yüksek tepelerden hızla aktı. Karanlık ve kesif bir sis çemberine hapsolmuş bir ormanın kıyısına vardı. Nefes nefese durdu bakışları. Bu bakışlar ki bakan gözlerden kurtulmuş, sahipsizleşmişlerdi. Ormanın efendisi onları sahiplendi.
Bakışlar yaşlı gözlerde tazelendi. Karanlık bir mağaraydı burası. Elinde eski bir taş tutan yaşlı bir adamdı bu. Eski sahiplerinin ölümüne takibinin sonundaki ellere baktılar. Bakışlar ona umut verdi. Dualarına bir ara verdi. Gerçeklerin ona ihtiyacı vardı.
Adam hızla konuşuyordu. Unutulmuş bir lisandı bu. Konuşanı kalmamıştı. Ayağa kalktı etrafında çizdiği daireden sarı ışıklar süzüldü. Işığı büktü ve ona şekil verdi. Bir hançer olan sarı alevler yerinde durmakta zorlanıyordu. Doğasına uyup bir tene sokulmak, kanla dolup taşmak istiyordu artık.
“Beni duyduğunu biliyorum avcı!”
Genç adam, yanındaki ustasına baktı. Soluksuz kalmıştı. Karanlıklardan yüzüne vuran kelimelerle afallamıştı. Yaşlı adam bu anın yaşanmasından korkmuştu hep, birkaç hapı hınçla parçaladı sıktığı yumruğunun altında.Yutkundu ve cevap verdi genç adam:
“Duyuyorum.”
“Bu işe bir son vermenin zamanı geldi!”
“Çıkmazsan ortaya…”
“Konuşma! Duvarlar artık seninle konuşmayacak. İstediğimiz kan; borcunu ödeyemeyeceğin yol bu. Karar verildi. Yanındakiyle işimiz yok; şimdilik! Öleceksin!”
Kelimeler hafızasında delikler açtı. Geçmişe yuvarlandı. Odasında yalnız başınaydı. Elinde yırtık bir kağıt parçası. Anlamsız bir harf kalabalığına boğulmuştu. Duvarda boya dalgalandı; boya esnedi ve üstüne doğru duvardan fırlamaya çabalayan bir siluet belirdi. Aniden ortaya çıkandan uzaklaştı. İrkilmesi yerini soğuk kanlılığa bıraktı.
“Ne istiyorsun?”
“Senin yardımın gerekiyor!”
“Bu sefer olmaz! Bu işleri artık bıraktım, başkasını bulmalısın!”
“Anneni sevdiğini sanıyordum.”
“Onu bu işe karıştırma.”
“Buna karar verecek kişi sensin!”
Her halükarda ölecektim. Ama öyle ama değil. Anne, beni duyamadığını biliyorum. Duvarlardan hep uzak durmaya çalıştım. Ama peşimi hiç bırakmadılar. Ona karşı gelmemeliydim. Ölüyorum; beni affet. Daha az üzülmeni istemiştim oysa ki.
Sarı alevler kanımı yakıyor. Bedenim parçalanıyor. Duvar dibinde hareketsiz yatan bir cesedim şimdi.
Son bir çabayla gözlerimi açıyorum. Ve son!
Yağmurlu bir günde gömüyorlar beni. Tabut kalitesiz, su doldu içerisi. Üstüm başım çamura bulandı. Mavi ışığı ve kokuyu duyuyorum. Bu kokuyu seviyorum. Kendimi zorlamadan, yavaşça alıyorum burun deliklerimden. Genzimde serin bir esinti oluyor önce, keman taksimi başlıyorcasına ince ve içimi okşayan bir havası var. Sonra ciğerlerim kabarıyor, ağırlaşıyor. Koku kanıma karışıyor, her zerremde yer buluyor; beni sarıyor. Bembeyaz bir buluta sarı çizgilerin vurması gibi bir tebessüm dudaklarımı esnetiyor, karanlık köşelerden birine doğru bakıyorum.
Derin bir nefes alıp gözlerimi kapatıyorum. Açık kalmaları ne korkunçtu. Tabutu parçalayıp yerküreye çıkıyorum. Çamurdan doğma bir mahlukatım. Ormanı bulmalıyım. Yanan ağaçlar görüyorum. Zihnimde anılar esniyor, yer yer kopuklaşıyor görüntüler. An geliyor her şeyi unutuyorum.
Amaçsız dolaşan bir kabustan başka bir şey değilim.
Bir duvara yaslanana kadar başıboş dolaşıyorum. Sonra sarı alevler görüyorum. Sarı eller beni mavi deliğe çekiyor. Mavi bir karanlıkta sarı gölgeler hatırlıyorum en son!

O Uyanışla

Bu kokuyu seviyorum. Kendimi zorlamadan, yavaşça alıyorum burun deliklerimden.
Genzimde serin bir esinti oluyor önce, keman taksimi başlıyorcasına ince ve içimi okşayan bir
havası var. Sonra ciğerlerim kabarıyor, ağırlaşıyor. Koku kanıma karışıyor, her zerremde yer
buluyor; beni sarıyor. Bembeyaz bir buluta sarı çizgilerin vurması gibi bir tebessüm
dudaklarımı esnetiyor, karanlık köşelerden birine doğru bakıyorum. Neden sonra, uykum
geliyor. Birkaç ağır esnemeyi takip eden uykumu böldüler işte. Hikayem burada başlıyor.

Ne yazık ki uyandım. Ne olduğunu anlayamamıştım. Koku kaybolmuştu. Daha
sonraları suyun altında nefesimi tutarken biri bana çarptığında da böyle hissettiğimi
hatırlayamayacak olsam da. Karanlık gerginleşti, koyulaştı o andan sonra. Boğuk çığlıklar,
kendinden emin sesin keskin kelimeleri vardı yoğun bir sis duvarının arkasında.
Göremiyordum onları; karanlık konuşuyor zannettiğim de olmuştu bir zaman.

Ellerim ve ayaklarım uyuşmaya başladı. Gözlerim acıyordu. Kendimi çok zayıf ve
savunmasız hissetmeye başlamıştım. Korku dolu gözlerle çevreme bakıyordum nafile.

Işığı gördüm. Buradan ayrılmak istemiyordum. Bu kokuyu seviyordum; onlar kokumu
benden çalmışlardı. Şimdi beni çalacaklardı bilmediğim bu karanlık yerden. Kendimi hazır
hissetmiyordum gitmeye, orası her neresiyse. Nefes alamıyordum. Ciğerlerim acıdı. Gözlerim
yaşardı. Boğazım tel tel yandı ve çığlıklarla ağlamaya başladım. Midem bulanıyordu. Hava
yutmuştum. Midemde kıpırdanan kütle beni çıldırtıyordu.

Her yanımı sarmışlardı. Ellerimi gözüme siper etmek istedim; beceremedim.
Ağlamaktan başka bir ihtimalim yoktu elimde.

Zorla başladı yolculuğum. Sırtından itilip suya atılan, yüzsün diye beklenilen çocukla
kıyaslarsam kim daha hazırlıksız bilmiyorum ama, ben durumumu daha berbat görüyorum.
Sıkıntılı bir geceydi. Gece miydi? Ondan bile emin değilim.

Aradan yıllar geçti. Sokağın başındayım. Kollarım fena ağrıyor artık; dayanamıyorum.
Koltuk değneklerini kenara bıraktım. Banka sersemce oturdum. Yine bir taraflarımı
acıtmıştım. Doğru düzgün oturmayı bile beceremiyordum.

Gözlerim hala ışıkta kamaşır. O günleri hatırlayabileceğimi zannetmiyorum. Ama hala
gözlerim kanlanıyor ve acıyor. Ve hala gözlerimde uyunamamış kutsal bir uykunun mirası kol
geziyor. Sessiz sessiz yaklaştı kedi. Gözlerimizi kaçırmıyorduk. Ağır adımlarla yanıma kadar
geldi. Bana bakmaya devam etti. Sonra yanımda oturdu. Kafasını bedenine gömüp uykuya
daldı. Nefes alıp verişini izliyordum. İzledikçe şişkinleşmiş karnına takıldı gözlerim. Gebeydi.
Doğuracaktı. Belki üç dört tane belki de daha fazla yavruyu yaşatmaya çalışacaktı. Kimse
karnını yarıp bu anı rezil etmeye çalışmayacaktı.

Yılların ardında bıraktığı izler ellerimde kırışıklara karşılık geliyordu. Ellerimde
kılların ağarmaya başlaması da iyiye işaret değildi. Fırından mis gibi taze ekmek kokusu
gelmeye başladı. Martıların seslerini duydum, göremedim ama onları. Olsalar simitlerle
beslerdim ya, nerede ben de o güç. Kesip atılmış bir parça reçeteye benzettim halimi. Biraz
daha esnettim dudak payıma düşen gülümsemeyi suratımda.

Yılları devirirken hiç böyle karamsarlaşmamıştım. Hastane koridorlarını çocuk parkına
çeviren yıllar bitmişti artık. Erken emekliliğe akan yıllar da suyunu çekmişti. Sözde rollerimin
hepsini tüketmiştim. Kısacası tamamen açığa alındım.

Alıştım alışmasına böyle yaşamaya ya, keşke uykumu bölmeseydiniz. Susmak kabul
etmektir bir gerçeği, ve serinlemektir güçlüklerden kurtulmak. Bir hata beni eksiltti, ruhen
bütün haldeysem de gerçek bu değil bu civarda.

Ağacın arkasından bir tavşan sıçrıyor. Ufaklığın biri de arkasına takılmış, ter içinde
koşturuyordu. Gülümsemesi içimi ısıttı. Koltuk değneklerimi attım yere. Elli yedi yıl olmuştu.
Bir adım atmadan geçmişti elli yedi yıl. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Ayağa kalkmaya
zorladım kendimi.

Düştüm.

Sertçe başımı taş zemine vurdum. Acısa da aldırış etmedim. Bir adım attıktan sonra
düşmüştüm. Yüzümde bir tebessüm vardı. Alnım her zamankinden sıcaktı. Gözlerime kırmızı
perdeler hücum etti. Göz bebeklerim yandı. O hep istediğim yarım kalmış uykuya devam
edeceğim zamana çok yakındım. Başım ıslak bir zemindeydi.

Alabildiğimce derin bir nefes aldım. Sakat doğan bir bebeğin kaderine karşı atabildiği
tek adımla elli yedi yıla meydan okumuştum.

Kalkamadım.

Ne ağladım ne sızlandım. O andan sonra sadece öleceğim anı bekledim. Tek bir
kelime etmedim. Tebessümüm de bir an olsun yüzümden eksilmedi. Ambulans sesi yoğun
sisten bir duvarın arkasında kalmıştı. Ve oldu! Duydum; kokuyu yeniden duyuyordum.

Görünenin aksine oldukça mutlu bir son oldu.

Medcezirin Ayak Sesleri

“Sadece kısaca aşk ile elini sıkmıştım; el bir pençeydi. Bu pençe beni esir aldı ve yalnız kalbimi değil, hayatımı tehdit etti. Gerekirse onun için ölür veya öldürürdüm, aşkım öyle akıl almazdı ki. Ve o aşk denenmeliydi. Öfkeli bir Tanrı'ya kurban eder gibi, bir hayat verilmeliydi!”





MEDCEZİRİN AYAK SESLERİ



“Sürekli bir şeyler yitiriyor kelimelerim, coşkuları sönüyor ve kuruyorlar; önüne geçemiyorum.”, gözleri sabitlenmişti gözlerine. Söyleyecek kelimeleri vardı ötekinin aklında dudaklarına dolan.

“Bu doğal, onları özgür bırak!”, dediğinde yağmur ilk damlasını bulutlardan kurtardı. Hızla, gözlüğünün gözüne ulaşamadığı aradan süzüldü damlacık; zamansız bir gözyaşına benziyordu artık.

“Bırakmalıyım, anlamsızlıklarından özgürce hikâyeme ulaşsınlar.”, dedi. Durdu bir süre, yerde hareketsiz kuru yaprağın damarlarına daldı gözbebekleri.
“Anlamsız değiller zaten, ama öksüzler; bilmediğim bir hikâyeden gelen bir fısıltı gibi…”, sahte gözyaşını silmedi, ağlamayı özlemişti. Öyle bir ağlamaydı ki özlem duyduğu, bütün duyguların yoğunlaştığı, her şeyin iç içe geçtiği ve bir olduğu… Devam edemedi düşüncelerinin akışına; damlacığı eliyle uzaklaştırdı gözünden.
Ağladığını sandı ilkin. Yağmur damlası olduğunu fark edince çok geçti artık, kelimeleri dilinin ucuna gelmişlerdi çoktan; “ Medcezir hayatımız, içimize huzur doluyor ve zamanı gelince onu yitiriyoruz hızla, bilmesek yeniden dolacağını parlayan gözbebeklerimize; yaşayabilir miydik?”
Konuşmanın sonu gelmişti. Genç adam ellerini ceplerine, adımlarını kaldırım taşlarının girintisine çıkıntısına bıraktı. Diğeri yağmurda bir süre daha bekledi. Sonra o da gitti. Sokak bomboş kalmıştı. Islanan toz çamur oldu, çamurdan bir hikâye doğdu; sahte bir gözyaşının akıl almaz yolculuğu başlamıştı.
***

Boğazını parçalarcasına öksürmeye başladı. Gözleri kan çanağı olmuştu. Sağ kulağında bir sızı ensesine kadar sinsice sokuluyordu. Sessizleşti. Terlemeye başlamıştı. Şakaklarından ve alnından damlacıklar tenini terk ediyorlardı. İyileşecekti.
Yatak soğuktu; alnında ter damlaları yastığa ulaşmaya çabalıyorlardı. Kitap elinden yatağın yanına, halıya düştü. Siyah kapağındaki yeşilin tonlarına sarılmış yağlı boya portre gözlerine dikmişti gözlerini.
“Ben olmanın getirdiği sıradan bir sıradışılıkla uyanıyorum yeniden. Uyku beni alsın, burası bana göre değil!”
Kar başlamıştı. Bulutlar seyrekleşmiş bir hayli, yine de yeri göğü beyaz sarıyordu yavaş yavaş. Rüzgar hızlanıyordu, uğultusu balkon camını hırpalıyordu. Yorgun bir adımın yardımıyla perdeleri kapattı; biraz daha uykuya yardımı dokunurdu şüphesiz.
Yağmur dinmedi birkaç gün. Güneş açacak diye her sabah perdeleri araladı. Burnunu çeke çeke yorgana gömüldü ardından. Öksürükleri azalmıştı. Başı da ağrımıyordu eskisi gibi. Uykuya açlığı bile dinmişti bu birkaç gün içinde. Dışarıyı özlemişti.
Eli birkaç kez kalemine gitti, yazamadı eskisi gibi. Kaybediyordu yeteneğini. Kelimeler ona sırt çevirmişti. Birkaç kağıdı ardı ardına buruşturup attı. O çok istediği hikayesine ulaşamıyordu bir türlü.
Neden sonra bir güvercin kondu balkonda mermerin kenarına. Göz göze geldiler, sanki ona bir şey diyecekti de gagasına lanet ediyordu diyemediğinden. Pes etti ve kanat açtı birkaç saniye sonra. Balkona çıktı. Rüzgar esmiyordu. Kuşun kanatları bir ağaçta duruldu. Açık bir davetti sanki, çıkmak istiyordu zaten dışarı. Bahçeye indi hızla. Ağacın altında durdu. Kuşu aradı gözleri bulamadı. Sabahın ilk saatleriydi. Güneş doğmak üzere hazırlanıyordu.
Bir yaprağa takıldı gözleri; yapraktan ziyade çiğ damlasına…

***

Düzenbaz yağmur damlası şimdi çamura katılmıştı. Nefes alıyordu, bakıyordu, kokluyordu… Dünyaya gelişi hızla tamamlanıyordu. Kar tanelerini hissetti. Soğuktan irkildi. Bir ağaç buldu kendine, köklerine sarıldı sessizce. Ağacın yapraklarına doldu, damar damar hayat oldu. Şekilden şekle giriyor, bir türlü kendini tatmin olmuş hissedemiyordu.
Güneşin açmasını, bulutları parçalamasını bekledi. Günler ve geceler boyunca sabırla yaprakta yerleşti. Oturduğu yerden dünyanın nefesini dinledi. Ağacın hikayesini yaşadı, anılarında yeşile karıştı. Bir güvercinin parlak gözbebeklerinden dünyayı alaşağı etti; izledi.
Bekledi, öğrendi. Zamanı gelmişti. Bir sabah, henüz gün doğmamıştı. Çiğ oldu, damlacık halinde asıldı mağara tavanından sarkan yarasa gibi. Sahte bir gözyaşıydı o, bir göz olmadan anlamsızdı. Bir bedene ulaşacaktı. Bekledi.
Neden sonra gördü onu; gelmişti. Bekliyordu o da. Yapraktan koptu.

***

Kuş kanadının gölgesinin altında bir pençe vardı hayalini çalan. Halbuki hayalleri gerçek olmuştu sahte gözyaşının gözünde parlamasıyla. Kelimeler gülümsüyor, kutsal bir ahenkle satırlarca dalgalanıyorlardı.
Tozlanmıştı rüzgar. Hareketsizdi bulutlar. O ana geri döndü gözbebekleri, damlacığı gördü çiğ haliyle. Ve koptu yaprağından, hızla indi yüzüne. Gözünün ucunda yol aldı; parladı. Zihninde bir ses oldu. Beklenen an gerçek oldu.
Hızla masasının başına geldi. Oturdu. Kalemini eline alınca siyah bir parıltı hissetti; inanamadı. Kağıtta süzülüyordu kuş tüyü misali şimdi. Kelimeler onun değildi, ama bir şekilde ona aitti. İçindeki sesin anlatacak binlerce hikayesi vardı. Sonra durdu. Yazma sırası ona gelmişti. O anın özel olduğunu biliyordu. Hayalleri canlanacaktı; hissediyordu.
Saçlarından başladı yazmaya; siyah, kör bir karanlıktı rüzgarda savrulan saçları. Ve gözleri mavi, dipsiz kuyulardı çölün ortasında serap sanılan. Yüzünü tasvir etti ardından; tenini, dudaklarını… Rüyalarını süsleyen bedeni yazıyordu. Her ayrıntısında nefessiz kalıyor, onun kokusunu, nefesinin buğusunu duyuyordu. Sayfada kelimeler bir oldu. Sonra yazı tamamlandı. Onu nihayet yazmıştı. Ve aşkı, inanılmaz sevgilinin kollarında kendini yazdı.
“Ona sahip olacaksın!”, dedi içinden fısıldayan yabancı bir hikayenin sahibi; çiğ tanesi. İnanamadı ilkin, delirdiğini sandı yazısına baktıkça. Büyülenmişti kelimelerin renksiz uyumunda.
Odanın kapısı açıldı. O buradaydı. Saçlarının kokusuyla gözleri rüyaya daldı. Dudaklarının arasından ölümcül güzellikte bir ses ona hitap etti: “Bedelini kabul ediyor musun?”. Tehlikeyi umursamadı. O karşısındaydı.
O anda boş bir kâğıda imza attı. Hayatı bir hayalin gerçek oluşuna bedel oldu. Hayalin dudaklarında kendini kaybetti. Zamandan sıyrıldı. Mekanı umursamaz oldu. Parlayan kelimeler söndü; el yazısı masanın kenarından gülümsedi. Sahte gözyaşı istediğini alıyordu. Arzu ettiği beden artık onundu.
O, artık o değildi; fark edemedi.
İstediğini almıştı bir damla siluetinde indiği yerkürede. Adım atmanın büyüsüne kapıldı. Duyduğu güzellikleri yaşamak istedi. Görmek istedi bu dünyayı baştan sona.
Zaman geçti, görülecek ne varsa gördüğüne inandı. Bu dünya görülenin ötesine ev sahipliği ediyordu. Anlayamadığı pek çok şey vardı. En büyüğü de aşktı. Nasıl bir yönelişti bu, nasıl bir sabitleniş; anlayamıyordu. Bedenin sahibinin ruhunu okuyor, okuduklarına düşünceleriyle yaklaşamıyordu. Başka bir zihne nasıl olur da bu kadar saplantılı bir bağlılıkla özgürlüğünü kısıtlayabilirdi ruh?
Bu saplantılı hal canını sıkmaya başlamıştı. Birkaç yıl kaybolmuş ama bu bağ özünden hiçbir şey kaybetmemişti. Değişmeyen, azalmayan, kaybolmayandan usanmıştı. Bu bedene gelme arzusu devinimi tatmaktı. Değişim yok olmuştu.
Gitme kararını vermiş, gitme zamanı gelmişti.

***

Bu kokuyu seviyorum. Kendimi zorlamadan, yavaşça alıyorum burun deliklerimden. Genzimde serin bir esinti oluyor önce, keman taksimi başlıyormuşçasına ince ve içimi okşayan bir havası var. Sonra ciğerlerim kabarıyor, ağırlaşıyor. Koku kanıma karışıyor, her zerremde yer buluyor; beni sarıyor. Bembeyaz bir buluta sarı çizgilerin vurması gibi bir tebessüm dudaklarımı esnetiyor, karanlık köşelerden birine doğru bakıyorum. Neden sonra, uykum geliyor. Birkaç ağır esnemeyi takip eden uykumu böldüler işte. Hikayem burada bitiyor.
Sahte bir gözyaşıyla başlayan yolcuğum, kalbimin derin köşelerinden dolup akan kanlı gözyaşımla son buluyor. Gidişiyle onu kaybediyorum. Siyah saçları gölgelere karışıyor. Mavi gözleri bulutların ardına saklanıyor. Şehvet kokan, aralanmış, ıslak dudakları yağmura karışıyor. Bir başıma kalıyorum.
Sular çekilmeye başlamıştı. Ardından bir yıkımı gözler önüne serdi çekilen sahte gözyaşları. Bilmediğim bir yerde, kaybettiğimi bildiklerimin eksikliğiyle yüz yüzeydim. Hava birazdan kararmış olacak. Ve ayak sesleri geliyor sislerin ardından!
Boğazına sarılamadığım sahte bir gözyaşı, ne bir yapraktan kopan çiğ tanesi, ne gökten inen aceleci bir yağmur damlası… Onu bulamıyorum. Önce bir hayalden gerçek olup kalbimde yol aldı, sonra sebepsiz çekip gitti. Onu göremiyorum. Medcezir’in ayak seslerini duyuyorum. Orada bir yerdesin, biliyorum. Sesini duyuyorum ama yine de seni bulamıyorum.
Sessiz başlayan bir hikâyenin hazin sonundan geriye yazılmış bir aşk kalıyor. Çamurda hayat bulan hikâye mürekkeple doluyor, kâğıtta şekilleniyor. Bana kalan hatırası satır aralarından haykırıyor; “bilmediğim bir hikâyeden gelen bir fısıltı gibi…”.

Gökyüzü Ağlıyordu

Gözlerine baktım. Işıl ışıl parlıyorlardı. Gözlerim kamaşmış, nefessiz kalmıştım. Hareket edemiyordum. Aramızda görünmez bir sınır vardı. Ilık nefesinin tadını hissedebiliyordum ama o kadar, ötesi yoktu.

“Tık, tık, tık…”, topuğundan çıkan sesler dikkatimi dağıttı; uyandım sanki. Sıkıntı dolu bir yutkunmayla başımı eğdim. Önümdeki yarım yamalak doldurulmuş sınav kağıdına bakmaya başladım. Benim için bir şeyler ifade edemiyordu gözlerimin önünden akan kelimeler. Onlara ne kadar baksam da göremiyordum aslında onları. Kelimelerin titrediğini gördüm, bana bir şeyler anlatmak istiyordu harfler, anlayamıyordum. Sonra harfler kelimelerin zincirinden kurtulmaya başladı. Her biri kendi yolunu seçti. Şimdi gördüklerim gözümde anlamlanmaya başlıyordu. Siyah bir sabahta uyanmak gibi, boş duvarda aynayla baş başa kalmak gibi kendime söyleyemediğim her ne varsa önümde belirdi.

Yanımda oturuyordu. Bedeninin sıcaklığını duyuyordum. Tekrar gözlerine bakmaya cesaretim yoktu. Terlemeye başladım. Onun sıcaklığı tenimde gözyaşlarıydı. Gözlerimi biraz yana çevirince onun sırasını, pamuk beyaz çoraplarını, tenini, bacaklarını görüyorum. Gizlice bakışımla suçluluk duyuyorum.

Sınav bitinceye kadar topuklar etrafımda sürekli turladı. Gözlerimi kağıttan ayırmaya cesaret edemedim. Kağıtta kelimeler yoktu artık. Harfler vardı. Başına buyruk hareket ediyorlar, duymak istemediğim, kendimden sakladığım ne varsa karşıma çıkarıyorlardı. Artık dayanamıyordum. Buna bir son vermem gerekiyordu.

Zil çaldı, kağıtlar toplanıyordu. Ağır hareketlerle ayağa kalktım. Bana bakıyordu. Sessizce salondan çıktık. Konuşmadan yürüyorduk. Ona söylemek istediğim çok şey vardı; kelimelerim boğazımda düğümlendi.

Kafeteryaya girdik. Bir masaya oturdu. İki çay aldım, dumanları yüzüme ulaşamadan havada kaybolurken masaya oturdum. O şekersiz içiyordu, bense bir şekeri parçalayıp. Çay kaşığım cama değmeden baş döndürücü ritminde kendinden geçiyordu. İkiye ayrılan nehir gibi ortasında çayın bir derinlik, açıklık ortaya çıktı. Şeker parçası yoktu artık. Durdum. Kelimemi azat ettim.

“Nasıldı?”, diyebildim onca beklentimin gölgesinde. Sesim beklediğimden kalın çıktı. Bir ürperme anı oldu, olduğu gibi hızla kayboldu.

“Fena değildi.”, diye geçiştirdi. Konuşmak istemeyen, sıkılgan bir tonda söylemişti. Eliyle saçlarını kulağının arkasına attı. Sessiz ve derinden bir nefes aldı, verirken göğsünün inişiyle bir şeyler parçalandı gözlerimin arkasında; aklımda.

Bu başarısız konuşma girişimi cesaretimi mahvetmişti. Çaylarımızdan küçük yudumlar aldık. Her hareketini takip ediyordum, oysa o benden gözlerini kaçırıyordu. Sanki bilinmez bir yolla onu ezberliyordum. Her anımızı kaydediyor, zihnimde arşivliyordum titizce. Bugünün sayfasını tekrar okuduğumda üzülecektim, dudağımda sönen kelimeleri belki haykıracaktım; geç kalınmış bir haykırış.Gözlerimizin akıl almaz oyunu sonlanıyordu. Çay bardakları boşalmak üzereydi.

On beş dakika kadar geçti sanırım. Toparlandık, çıktık. Hava sıcaktı, dönemin sonuydu. Her yerde yeşil, her yerde tazelik, yinelenen yenilikler…

Adımları ürkek, adımlarım kendinden emin değildi. Diyemediklerim aklımda yaralar açarken bir yandan da durgunluğuna anlam bulmaya çalışıyor, çalıştıkça batıyordum.

Neden sonra durdum, o da duraksadı. Korkak bakışlarla gözlerini buldum. Cesaretimi zorla toplamıştım. En güzeli bir anda söylemekti. Sonrasını düşünemiyordum bile. Sonrası olacak mıydı? Hiçbir soruma cevap bulamıyordum.

Yanımızdan insanlar geçiyor, biz duruyorduk. Zaman bizi kapı dışarı etmiş, sonsuz bir hayatın bir hatırasında hapsolmuştuk. Zamanla sesler ve görüntüler de yok olacaklardı. Hissedebiliyordum. Çıkmazım bir kuyuya dönüşüyor, gün ışığını benden alabildiğine uzaklaştırıyordu. Elim ışığa, eline doğru uzanıyordu ama nafile; sonra karanlık!

Tam dudaklarım aralanmışken son bir cesaretle, hızla bana sokuldu. Dudakları dudaklarımla doldu. Afalladım, ne yapacağımı bilemedim. Sonra bıraktım kendimi, sıcaklığını hissetmek görünmez kanatlarla süzülmek gibiydi. Ve tadı, tarifi zor ama eşsiz olduğu kesindi. Sonsuz bir açlıkla öpüşüyorduk.

Biz durduk, dünya etrafımızda döndü. Islak dudakları benden isteksizce ayrılırken gözlerine bakabildim. Islanmışlardı. Anlık bir ıslak bakışı ona sarılarak giderdim.

Kalbi tenimde atıyordu. Titriyordu. Ağlamaya başlamıştı. Başını ellerimle okşayarak kavradım, zorla gözlerimizi birleştirdim.

“Ağlama!”, diyebildim.

Çekingence yan yana durduk. Biraz hızlı olan bu güzel an bizi sarhoş etmişti. Elimi beline utangaç bir istekle sardım. Görünmez duvarımızdan geriye yıkıntılar kalmıştı.

Akşam olurken huzurluydum. Soru işaretlerim solmuş, silikleşmiş ve en sonunda da kaybolmuşladı.

Sonra yağmur başladı. İnce damlalarla çiseliyordu. Bulutlar akşamın gölgesiyle yol alıyorlardı. Damlalar sıcak, gözyaşları gibiydi.

Masmavi Bir Kelime

Bir kelimeye ihtiyacım var; bulamıyorum. Öyle bir kelime ki hiç var olmadı. Yaşamakta olduğum anı, duygularımı yazmalıyım. Anlatılacak bir hikayem var; o kelimeye ihtiyacım var. Öyle kainatın anlamını sığdırmak gibi bir istek değil bu; çarpık duygularımı, içimde esen soğukluğu, damarlarımdaki kırık camların nefes aldıkça içime batışını, gözlerimin buğulanışını anlatsın istiyorum sadece. Ve dahası da var ama olmuyor; yaşamama rağmen anlatırken kelimelerim anlamsız kalıyor. Ne kadar yazarsam yazayım; içimdekini kağıtta görebilmem o kelimeye bağlı. Onunla başlayıp bitiyor bu hikaye.

Bugün de akşam oldu. Odamdayım. Kapım sıkı sıkıya kapalı. Mavi kefenim duvarlarım, bedenimi kemiren böcekler kitaplarım ve pencerem tabutum. İşte odamı böylesine çok seviyorum. Dokuz katlık yükseklikten şehre bakıyorum. Topraktan alabildiğine uzaktayım. Toprağın kokusunu duyamıyorum. Kokuyordur ama yine eski günlerdeki gibi; çıplak ayak bahçede koşuşturduğum, çamurlu ayaklarla dayak yediğim, ter içinde top oynadığım…

Bugün içimde tuhaf hisler vardı. Bulutlar daha bir hızlı akıyorlardı gökyüzünde. Sanki yaklaşmış, yere ineceklerdi. Ellerimi kaldırıp kendimi korumak istedim. O an durup onlara baktım; beyaz pamuk balyaları.

Her şeye rağmen mavi bir gündü. Güzeldir mavi. Soğuktur bazen buz bazen çağlayan su gibi. Ellerin arasına ıslak dokunuşları vardır mavi damlaların. Serinletir. Hava sıcaktır serinlemek İstediğinde ve hemen kaybolur havayla bir olup renksiz kalan ıslaklığı. Ve gözyaşı da mavidir aslında. Kimse göremez ama biliyorum onlar da mavidir. Tenimden süzülmese de, derin denizlerde can bulsa kim inkar edebilirdi ki?

Bugün gözlerim masmaviydi. Kir içindeki yüzünde parlayan mavi gözleri içimi parçaladı. İki üç kağıt mendil paketini ellerine almış; canı pahasına sıkı sıkıya tutuyordu. Eğildim. Beş lira verdim ellerine, şaşırdı. Mendilleri uzattı, almadım. Sevindi; gözlerindeki alev alev yanan mavi işte o anda içimi dondurdu. Onun parlayan gözlerinde geleceğini gördüm; sönüşünü, çürüyüşünü…

Çocukluğum geldi gözlerimin önüne, mutlu geçen anlarım, koşuşturmalarım… Yemek saatleri geldi aklıma, aç kalacağımı hiç düşünmediğim geldi aklıma, üşümekten titreyip uykusuz kalmadığım geldi aklıma; yün yorganım, annemin sıcacık çorbaları geldi aklıma…

Bir deste para geldi gözlerimin önüne. Adaletin terazinde bir taraf ağırlaştıkça ağırlaşmış. Onun mavi parıldayan gözleri geldi aklıma, ağlarken düşünemediğim gözleri… Oyun nedir bilmeden sokak köşelerimde titreyen bedeni geldi gözlerimin önüne; gitmedi.

Etkisinden kurtulamıyorum. Ona acımamı dindiremiyorum. Masum bir çocuğun ne günahı var. Onun da güzel bir geleceğe hakkı var. Onun da bir şansa ihtiyacı var. Odamdan çıkıyorum. Dönüp dolaşıp yine masama çöküyorum. Ellerimi yüzüme yaslayıp gözlerimi kapatıyorum. Başka ne yapabilirim ki?

Bir kelimeye ihtiyacım var. Ona bir şans, bana bir umut verecek o kelimeye ihtiyacım var.

İhtiyar

Kendimi bildim bileli şubatlar İstanbul’da soğuk geçer. Onunu geçtik, yarıladık neredeyse bu ayı da. Zaman umursamaz bir tren gibi çakıl taşlarını üzerime savurarak geçiyor. Bakırköy ufak yerdir aslında. O kadar çok insan sıkışmıştır ki içine, kalabalığa baktıkça büyür binalar, sokaklar, caddeler… Sonra sen küçülürsün onun içinde, erir kaybolursun.

Montumu çeneme kadar sıkı sıkıya kapatmıştım. Beremi güzelce takmış kaşkole ihtiyaç duymamıştım. Hala kollarımda ve bacaklarımda engel olamadığım bir üşüme, hafiften gelen bir titreme vardı. Hızlı adımlarla minibüse ilerliyordum. Dersler çok yoğundu. Başım çatlayacak derecede ağrıyordu. Ah, bir de şu dersler olmasa bu soğukta, evde oturmak varken sokağa adım atar mıydım hiç? Matematik, fizik derken içim sıkılıyor. Köşeyi dönerken kitapçıyı görüyorum. Hem çok üşüdüm hem de bütün gün çok sıkıldım diyorum ve giriyorum içeri, biraz kendime zaman ayırsam çok mu?

Raflarda romanlar itinayla yerleştirilmiş, konularına göre ayrılmış. Aradığım bir şey yok aslında. Bakınıyorum.

Telefonum çalıyor. Evden arıyorlar. Merak etmişler. Saate bakıyorum, yarım saat olmuş geleli, bugünlük bu kadar yeter. Hava kararmış. Bu aylarda hava çok erken kararıyor. Sanki gecenin körü, gökyüzünde bir parça bulut dahi yok, yıldızlar parlıyor.

O sırada yaşlı bir adama gözüm takılıyor. Bastonunda güç alarak yavaş yavaş ilerliyor. Öyle ki her adımda yüzü buruşuyor, belli acı çekiyor. Üzülüyorum haline, elden ne gelir ki? Hızla ilerliyorum. Minibüs tıklım tıklım dolu, nefes almak bile zor. Yaklaşınca eve, kendimi zor bela atıyorum dışarı. Yerler çamur, sözde kaldırımlar yenileniyor. Ne zaman eskidi beş yıl önce döşenen kaldırımlar diyor, devam ediyorum. Dün mü yağmur yağmıştı yoksa ondan önceki gün mü, karıştırıyorum.

Eve yaklaştım. Sokaklar çok sessiz. Birkaç kedi geçti önümden o kadar. Canlılığa dair bir de perdelerin arkasında yanan ışıklar var. Fazlasını beklemiyorum zaten, alıştım. Apartman kapısından girip zile basıyorum. Bekle ki açsınlar kapıyı. Anahtarımı unutmasam ne olurdu sankİ?

Elimi yüzümü yıkayıp kendimi kanapenin üzerine bırakıyorum. Bundan güzel an olamaz. Sırtımda uyuşukluğa dönüşen ağrı yavaş yavaş yok oluyor. Bacaklarımda kaslar gevşiyor. Başımın ağrısı azalıyor. Uzandığım yerde uyukluyorum. Yemek saati zar zor sofraya kalkıyorum. Ne yediğimin farkında bile değilim, çok fena uykum var.

Sabahın yedisi. Bu saatte başlıyor gün işte. Çantamı sırtlanıp okul yoluna düşüyorum sonra dersane ve evle son bulacak bugün de. Ama anlatmamın nedeni başka. Bugün tuhaf bir olay oluyor. Mezarlığın yanından yürüyorum. Minibüsler dolu, biraz yürürsem açılırım belki demiştim.

Onu gördüm, yaşlı adamı. Yolun karşısındaydı. Yüzünde acı çeken ifadesi her adımla daha da derinine kazınıyorken ben bakakaldım. Yanımda mezarlık, önümde acılar içinde ihtiyar. Nasıl bir çağrışım, nasıl bir tesadüftü bu. Kenarda durdum, bekledim. Adam ne tarafa gidecek merak etmiştim bir kere.

Mezarlığın önünde durdu, soluklandı. İçeriye girecekti, adımlarını ardı sıra atmaya başladı. Arkasından gitmekteydim. Neden böyle bir şeyi yaptığımı bilmiyordum. Ama kendimi de engellemek için özel bir çaba sarfetmedim.

“İyi akşamlar!”, dedim.

Dönüp bana baktı. Baştan aşağıya ince ince bakarak beni süzdü. Damarları ellerinden fırlamış, yaşlılıktan teninde kahverengi lekeler belirmeye başlamıştı. Parçalanıp toprağa karışacaktı sanki. Titremeleri beni korkutuyordu. Hırıltılı bir sesi vardı. Teni mermer gibi bembeyazdı. Ve bakışları dondurucuydu.

“İyi akşamlar delikanlı! Nasıl yardımcı olabilirim?”, dedi o hırıltıların arasından. Sesi sessizliği özletiyordu. Ürperdim. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Aslında neden onunla konuşmaya çalıştığımı da bilmiyordum.

“Yardıma ihtiyacınız olabileceğini düşünmüştüm!”, diyebildim en sonunda. Bakışları beni rahatsız etmeye devam ediyordu. Zihnimden geçenleri okumaya çalıştığını düşündüm bir an. Adam gülümseyince, ifadem suratımda dondu. Anlıyordu. Oradan uzaklaşmak için bir bahane bulmaya çalıştım. Ama tam da bu sırada konuşmaya başladı. Kelimelerini durdurma fırsatım olmadı.

“Evet, var. Çok teşekkür ederim. Evime kadar bana eşlik edersen sevinirim.”, dedi ve mezarlığın kapısından geçti. Arkasında şaşkınlıktan donakaldım. Gülümseyen gözleri inci dişlerini serbest bıraktı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Evine kadar ona eşlik etme fikri canımı sıkmıyordu ama mezarlığa doğru ilerlemiş olması iliklerimi donduruyordu.

“Yanlış tarafa gitmiyorsunuz ya?”, dedim. Sesim istediğim gibi kendinden emin ve tok çıkmıştı. Sesimin çatlayacağından korkmuştum halbuki. Beni bir süre süzdükten sonra başladı konuşmaya:

“Sanmıyorum, uzun yıllardan beri rutinimi bozmaktan yana olmadım.”, dedi. Muzip bir gülümseme yüzünde yerleşti. Uzun zamandır gülümsemediği apaçık ortadaydı. Gülümseyince ne yapacağını unutmuş bir yüz vardı. Gülümsemeyeli çok olmuştu sanıyorum ki.

Sessiz adımlarla ilerledi çamların arasında. Korkmuyordum. Belki biraz tedirgindim ama onu takip etmeye başlamamı engelleyecek gibi değildi. Ardı sıra yola koyuldum. Birkaç dakika sonra yaşlı adam durakladı. Eğildi bir mezarın duvarına oturdu. Soluklanması gerek sandım başta. Sonra bunun tanıdığı bir mezar olduğunu anladım. Mezar taşını okşuyor, sarılıyor, bir şeyler söyleyip duruyordu. Ceketinin sol üst cebinden bir mektup çıkardı. Toprağın üzerine bıraktı ve sonra bir gülü öpüp mektubun yanına özemle yerleştirdi. Ayakta durmakta zorlanan o zavallıdan eser kalmamıştı.

Mezar taşına eğildim, ismini okudum. “Melahat Perçemli” yazıyordu. Şimdi anlıyorum, boşu boşuna adamdan korkmuştum. Hayal dünyam gerçeklerle bağını biraz daha sağla tutmalıydı böyle zamanlarda. Utandım. Hayat hiçbir zaman masallardaki gibi olmuyordu zaten.

Adamcağız uzun süre eşiyle oturdu. Bir an mektubu ellerine yeniden aldı. Özenle açtı ve kısık, duygulu bir sesle ona okudu kelimelerini. Sonra ağladı.

Bir zaman sonra fark ettim gözlerindeki ıslak sevgiyi, onu çok özlüyordu. Soramadım. Onu daha fazla üzemedim. Buna hakkım yoktu. Ayağa kalkmasına yardım ettim. Dizleri istemsiz titriyorlardı. Sanki aklına haykıran bedeni oradan ayrılmamak için bu yollara başvuruyordu.Yürüyordu şimdi bana yaslanmış.

Bir saat sonra evine vardık. Cumbalı ahşap bir konaktı. Arka sokaklarda saklanmış bir saraydı. Kapıya çıkan merdivenleri adımlarken seslendi bana:

“Teşekkürler delikanlı!”

Bir şey diyemedim. Bir süre bekledim. O, kapıyı arkasından kapattı. Ben bu aşkın büyüsüne kapıldım. Nasıl bir aşk ki yürüyecek hali yokken dahi her gün yollara düşüyor, ona mektuplar yazdırıyordu.

Cebimden ona yazdığı mektubu çıkardım ve okumaya başladım.

Gelinciğe Hasret

Durdu. Sakin bir nefes aldı; kafasında bir düşünce soluk soluğaydı. Dilinin ucuna kelimeler geldi; söyleyemedi. Bir meselesi vardı, anlatması gerekti; anlatamadı. Karanlığın yavaş yavaş çöküşünü izledi akşam göğünde; bir hüzün doldu içine. Sinsi bir gözyaşı usulca aktı gözlerinden içine. Derin bir soluk aldı. Yüzü buruştu, sanki damarlarına cam kırıkları dolmuştu.

Her güzellik bir gün biter dediler. Kelimeler çok soğuktu; zihninde yaralar açtı. Şimdi kaçmak istiyordu, sadece kaçmak… Bir amacı kalmamıştı burada, duramazdı da bunca yaşanandan sonra! Çocukken yaptığı gibi gözden uzak bir yere saklanıp bütün kalabalık dinene kadar ağlamak istedi; yapamadı. Kalakaldı olduğu yerde; kıpırdayamadı!

Görünmeyen eller kollarından kavradı. Hareketsiz kaldı.

Sevdi, delicesine hem de. Daha çok gençti. Sevmenin yaşı yok dediler, inandı. Halbuki her şeyin yaşı, her işin erbabı vardı. Sevmek kim o kimdi? Olacak şey vardı bir de sevmek…

O sabah mutlu uyanmıştı. Bir başına yaşıyordu. Annesi öleli üç yıl olmuştu; babası desen onu hiç tanıyamamıştı. Yalnızlığına ayak uyduralı da çok olmamıştı; ama onu gördü, sevdi… Yalnızlığa inattı belki bu aşk; belki vurdumduymazdı hepten. Tene soluksuz saplanan bıçak gibi kapıldı gözlerinin rengine. Bugüne değin nerelerdeydi ki görmemişti onu; nasıl bunca kör olabilmişti veya!

“O bana baktı, ben ona. Zamanın aklı karıştı, sektedi bir an. Durduk bir asır kadar uzun, bir soluk kadar hesapsız… Gözlerinde utangaç ışıltı, bende arzular…”

Çiçekler bir başka güzel, hayat bir başka renkti o andan sonra. Ne yapacak bilemedi bir an, sonra koyuldu yola, toprağın kokusunda onu duyuyordu adeta. Akşama değin ekti, biçti, belledi toprağı; yorulmadı bir türlü. Şikayet de etmiyordu. Hayat önüne mutluluğu çıkarınca katlanılası zorluklara tahammül ediyordu sadece.

Akşamüstü köy yolunda bir yalnız gelincik ilişti gözünün ucuna. Eğildi; oturdu sonra yanına. Rüzgar başlamıştı; bir, iki derken yapraklarını rüzgara kaptırıyordu gelincik. Dayanamadı, söktü toprağından bir bebekmişçesine aldı kolları arasına; baktı, öptü doyasıya… Allah büyük ya gören olmadı şansına, deli derlerdi sonra. Yoluna devam etti, birkaç papatya ekledi kollarına, demet etti çiçekleri gelincik ortalarında; asaletle parladı solgun ay ışığında kan misali veyahut da aşk…

Gözleri onu aradı köy meydanında, sonra çeşme başında. Aylak aylak evlerin arasına girdi, çıktı. Neden sonra bir duvar dibine sırtını verdi, soluklandı az. Acıkmıştı, yorulmuştu şimdi vardı farkına. Kalktı bir anda, düştü evin yoluna, elinde kaldı demeti; gelincik o anda boynunu büktü, bir yaprağını daha sarf etti çamurlu yola.

Gece sabah oldu; gözleri kan çanağı, bir damla uyku uyumamıştı. Dinlenmeden düşünmüştü sevdiğini; adı neydi acaba diye iç geçirdi en son. Yeni doğan güne baktı, yüzü değil gözleri aydınlandı, içinde fırtına öncesi heyecan, yüzü bembeyaz alabildiğine…

Gelincik solmuş, papatyaların arasında kanlar içince yatıyordu. Onu diriltmek istedi, onu yaşatmak istedi göz yaşlarıyla; başaramadı. Gidenlere alışmıştı ama her kaybında artık kendinden de bir şeyler bıraktığının farkındaydı. Annesiyle büyük bir parçası mezara girmişti zaten, şimdi de ona bu gelinciği veremeyişi duygularını incitmişti. Üzgün bakışlarla yola koyuldu. Çalıştı, terledi, yoruldu; akşama yüz çevirirken gün yine eve geldi. Onu bugün yine görememişti.

Günler ve geceler boyunca hep onu aradı. Sanki o gün, onun bu köydeki son günüydü. Son gününde onu buldu ve kaybetti. Kim bilir nerede? Kimseye sormaya cesaret edemedi. Huzursuzluk her yanını kapladı. Bu duruma engel olması imkansızdı. Gözlerini açtı ve kapattı. Bunların gerçek olmamasını diledi.

Sormaktan yana oldu hep onu ama utandı, diyemedi. Bir başına yaşadığı dünyasında bir sevda aklını yerinden oynatmış, onu sarhoş etmişti. Bu halinden rahatsızlık duyuyordu. Geçtiği her yolda onu gördüğünü zannediyor, her gelincikle ona kavuşacağını hayal ediyordu.

“Gittin, bunu görmek zor değil. Zor olan gözümün önündeyken seni görememiş olmam. Zor olan yalnızlığıma sıkı sıkı sarılıp senden kendimi istemsizce mahrum bırakmam. Bunu bilmem ve bununla başa çıkamamam.”

Mevsim değişti, gelincikler soldu. Kar taneleri yeri baştan aşağı beyaza sardı. Bir kefendi bu kendisi için. Arasına yatmaktı kurtuluşu, bembeyaz bir davetti bu. Dayanılmaz hüznün sonu, görünmez bir baharın eşiğiydi.

Kıt kanaat yaşıyordu. Eli ekmek tutuyordu. Yaşardı yıllarca bu haliyle. Kimsenin eline baktığı da yoktu. Ama olmuyordu, onu gördükten sonra, bağlandıktan sonra ona görünmez halatlarla, başka bir şey düşünemezdi. Aklında onsuz bir an geçmiyordu.

Bir gün duydu ki gelin gitmiş civar bir köye. Yıkıldı. Kız onu tanımıyordu bile. Nereden bilsin onu sevdiğini. Laf arasında işitti, anası babası ölmüş de akrabalarına gelmiş, geldiği gibi de gelin olmuş, gitmiş. Duyunca içi parçalanıyor, kalbi dizlerini üzerinde yere bakıyor. O da dünyada yapayalnızmış, meğer birbirlerinin dilini bilirlermiş, hiç fırsatları olmamış konuşmaya.

Gençlik, yaşlılık arası geçen ömrü muamma olmuş gözlerinde. Zaman adlı ihtiyarla ne kadardır söyleşirmiş, hatırlayamıyor şimdilerde. Kırışan hatları yaşlılığa alametken, hasretle parlayan gözleri tenine ters düşüyormuş. Gözleri dağların ardında bir yerlerde kenetlenirmiş ara sıra, sonra suskunluk nöbetleri başlarmış.

Derken karlar erir, günler uzar, baharla papatyalar açmaya başlarmış. Yıllar da bu hızla ardı sıra akıp gitmiş. Tarladan eve, evden tarlaya geçmiş yıllar. Evlenmemiş; unutmamış. Öyle ya hayat geçiyor, günler birbiriyle yarışıyor. Ama insan direndiğince seviyor, sevdiğince saplanıyor anılara.

Bir gün çalışmam artık demiş. Evini satmış, eşyasını toplamış, düşmüş yollara. Köy köy dolaşmakmış niyeti. Ölmeden önce bir kez de olsa onu görmekmiş isteği. Yollar uzamış, dağlar kararmış, bulutlar şekilden şekle akmış. Günlerden bir gün gelmiş onun gözlerinde ışıltılar saçılmaya başlamış. Sevda imiş yılların arkasından gözleyen parıl parıl.

“Beyaz saçların, kararmış gözlerin, pörsümüş tenin ama sensin; hatırladığımdan da güzelsin.”

Onu seçmiş uzaktan; elinde su testisi. Başında yemeni, alnında boncuk boncuk ter, bir eli belinde; epey yorulmuş anlaşılan. Uzaktan takip etmiş, girdiği kapıyı ezberleyip köy kahvesine inmiş. Sormuş soruşturmuş bir ev bulmuş. Ama yakın ama uzak bulmuş en sonunda.

Bir şilte bir de o; ev bomboşken durmuş ellerine bakmış oturduğu yerde. Yılların izlerine baktıkça anıları canlanmış. Annesinin ellerini tutmuş, özlemiş, ağlamış… Yalnızlıkla yaşamış, öleceğini hissetmeye de başlamış. Yıllar devirmiş geçmişte birçok ama devrilme sırasına da yaklaşmış. Sırasının yaklaştığını gördükçe telaşlanmış, eli ayağı birbirine dolanmış.

“Sevmek ölmek ya ölürken sen ol yanımda!”

İçinde sır ettiklerini dökmek, bir kez olsun gözlerinin içine bakmak istemiş. Titreyen ellerini yere vurup bir çırpıda ayaklanmış. Çeşmenin önüne varmış. Duvarın dibine oturmuş, beklemiş. Gece olmuş, sabah olmuş; beklemiş usanmadan. Bir kez olsun kırpmamış gözlerini.

Açlık susuzluk demiş bedeni, haykırmış. O dinlememiş. Beklemiş. Yaşı varmış epey artık, beden dayanamamış. Olduğu yerde can vermiş. Gözleri çeşmede, açık kalmış. Sabah ayazından soğukmuş şimdi elleri. Tedirgin bir hal kalmış en son, bekleyişi nihayete eremeden hayat ellerini çekmiş teninden.

Kader bu ya onu bulan sevdiği olmuş. Bir telaş köyü ayağa kaldırmış. Sonra adamın gözlerini yumayım demiş, günahtır. Gözleri gözlerine bakmış; değmiş sanki birbirlerine. Sanki gözler bedenden ayrılıp dirilmiş, ona gülümsemiş. İrkilmiş ama gerilememiş. Tebessümle göz kapaklarını indirmiş; elleri okşamış adeta kuru, soğuk tenini. O an telaşlı, yorgun yüzü tebessüme, huzura kavuşmuş. Bu an için yaşamış, öldükten sonra karşılaşmış. Kavuşturan ölüm olmuş.

Ertelenmiş Bir Bahar Sabahı

Ağır adımlarla merdivene tırmandı. Önce sağlam basamakları çıktı. Bir iki basamak eskimiş, güven vermiyordu. Dikkatle bastı birine, sonra bir diğerine. Fırçasını beyaz boyaya batırdı ve sanatına başladı. O bir boyacıydı en sade şekliyle. Ama o bütün serzenişlere perde vurmakla görevlendirilmişti. Misal bir delikanlı, “Senin sevdan beni benden aldı Didem” yazmış. Ona bu kelimeleri beyaza döndürmek düşüyordu. O bütün duyguları silebilirdi. Yaşanmışlıklara öyle darbeler indirirdi ki yaşandıklarına dair hiçbir iz kalmazdı zihinlerde.

Birbirini andıran diğer tüm günlerin aksine bugün yorulmuştu erken saatte. Ayakları karıncalanmış, gözleri yaşarmıştı.

Rüzgar aniden başlamıştı. Onu merdivenin tepesinden alıp atmaya yemin etmişçesine esti üstüne. Boya kovası devrildi. Fırçası üstünü başını beyazlatıp başka bir tarafa savruldu. Tutunamadı hiçbir yere. Bir ara duvardan destek alayım dedi, ancak sanatını rezil edebildi. Bu düşüşü durduramadı. Hızlı oldu. Gözleri kapandı. Yüzüne ifadesiz bir bekleyiş yerleşti.

Bir karga dolaşıyordu etrafta. Bir kanatlanıyor bir baş ucuna iniyordu adamın. Oysa kanat sesleri ve diğer bütün sesler onun için yankılardan ibaretti. Kavrayamıyor, kendine bir türlü gelemiyordu. Neden sonra kan fark edilir oldu. Beyaz boyanın döküldüğü asfaltta ensesinden süzünlen bir iki damar kan belirdi. Sonra akışları kuvvetlendi. Bir çukurluk buldu, doldu kan. O doldu, adam beyazlaştı. Özüne dönüyordu sanki; bembeyaz.

Oysa o sabah ilk kez bir banka oturmuş çiçekleri seyretmişti. Hayıflanmıştı aynı zamanda neden kendine hiç zaman ayırmadığından. O an huzur doluydu. Arkasına yaslanmış derin nefesler almıştı. Mutluluk yanaklarında hafifçe beliren pembeliklerden gülümsüyordu.

Neden sonra kalktı. Gerindi sabah uyanmış gibi. Saçlarını üstünkörü bir düzeltti. Derinden son bir nefes daha aldı. Havanın çiçek dolu tadı çok hoşuna gitmiş; doyamıyordu. Ömrünce attığı iri adımları ufalttı. Bu anı olabildiğince uzun tuttu.

Parkın duvarlarına bakmaya başladı sonra. Gençlerin çizdikleri rengarenk desenlere, kimisini anlamlandıramadığı bir dolu yazıya baktı durdu. Uzun uzun düşündü. Onları anlamaya belki sevmeye çalışıyordu denebilirdi uzaktan ama o bir siliciydi; temizlenecek kurbanlarını izliyordu.

Sanat müziğinden eski bir parçayı mırıldanmaya başladı. Merdivenini kurarken gürgen ağacıyla göz göze geldi. Tebessüm etti. Ağaç da hafifçe salladı yapraklarını. Ağaca bakarak merdivene ilk adımını atarken erik ağaçları geldi gözünün önüne. Çocukluğunda erik aşırdığı ağaçlar, gülümsemesinin güneş gibi parladığı, göz bebeklerinin yıldızları andırdığı, ellerinden damarların taşmadığı o günler geldi aklına. Bu kez de göğsü derin bir iç çekişle hareketlendi.

Birazdan duracaktı kalbi. Kanı damarına sığmayacaktı. Habersizdi. En güzeli de buydu. Giderken güzellikleri en güzel şekilde andı. “Elveda!”, diyemedi ama diyecek kimsesi de yoktu zaten.

Sözlerini Unuttuğum Bir Şir

Sonsuz bir an başlamıştı. Yürüyorduk. Yağmur dinmişti. Havada toprak kokusu buram buram sarıyordu bizi. Üzgündüm. Ama yüzümden belli olmuyordu. Belki bir parça hayal kırıklığı seçilebilirdi. İfadem donmuştu. Diğerleri ne durumda bilmiyordum. Gözlerimi kaldırım boyunca sürükledim. Herhangi birinin de fazlasını yapabildiğinden şüpheliydim.

Bir şiir var aklımda. İrkiliyorum, sözler çok tanıdık. Hatırlayamıyorum. Bendeki duygu fırtınalarını sözlere sığdıramıyorum.

Sağ elim cebime gidiyor. Telefonuma dokunuyorum. Olmuyor. Onu arayamıyorum. Sonra boş yere sıkıyorum ellerimi; kendimi başarısızca cezalandırıyorum. Nefes alışverişim hala düzenli. Duygusuzlaşıyorum. Yüzüme ıslak bir rüzgar vuruyor. Daha fazlası olmuyor. Zaman geldi. Önce kalbimde ağırlık maskesiyle bir ağrı başlıyor. Tenim hızla terliyor. İçten ısınan vücudum bir adım daha atmak istemiyor. Görüyorum çünkü; geldik.

Onu arayamadım. O, cevaplayamazdı. Yüzüme yağmur doluyor, gözyaşlarımı perdeliyor. Yutkundum işte tam o anda ve birkaç anı canlandı.

Ağlamayı o kadar istediğim bir an daha olmamıştı. Rüzgar gözlerime vuruyor, uykusuz gözbebeklerim kanlanmış, acıyordu. Gözlerim ıslandı, ağlayamadım.

Öldü. Ne kadar acı olsa da gerçek bu. Ezgi artık yok. Gitti. “Elveda!”, demeyen bir sonla gitti. Son anımızı bilmeden yaşadık. Ölümün bizi ayıracağını hesap edemeden vedalaşmıştık. Yıllar süren bir dostluk kana bulanmıştı. Yirmi yaşını göremeden, bir arkadaş cenazesinde saf tuttuk. Gözlerimizde yanan hatıraların külü ve ateşle duman duman gözlerimizi buğulayan gözyaşlarımız. Çok erken bir son bu.

Berbat haberi alışımla yıkıldım. İlkin inanamadım. O, ölemeyecek kadar hayat doluyken nasıl oldu anlayamıyorum? İçimi ısıtan gülümsemesi, hayat dolu gözbebekleri şimdi yok. Şimdi her şeyiyle beyazlaşıyor, soğuyor, çürüyor…

Hiçbir açıklama durulmama yardımcı olamaz. Yazlık, bütün site şimdi sessiz. Her yaz birlikteydik. Şimdi aylardan ocak. Issız olur ya buralar, şimdi bir de matemimiz var.

Yaşanan her şeyin bir kabus olmasını istedim. Olmadı. Zaten gece uyuyamadım. Sabah inanamayarak önce pencereden, dokuz kat mesafeden İstanbul’un uyanışına; sonra aynaya, yıkılmış halime baktım. Kırışıksız yüzüm ifadesizdi. Her ne varsa gözlerimden haykırıyordu. Gözlerim kan çanağıydı. Birlikte geçmiş bir çocukluğun bütün masumluğu kanlar içinde kalmıştı.

Yüzümü defalarca yıkadım. Sanki yeterince yıkarsam ifadenin karanlığını temizleyebilecektim. Hala inanamıyordum. Bu saatten sonra ne gelirdi ki elimden? Elimden gelen bir şey vardı; acımı dindirmesi için ellerimi açmak, dualarla yalvarmak. Başka bir çıkış bulamıyordum. Gözyaşlarından bir denizde, kalbimden sevgimi ayaklarımın altına alıp, anılarımı yiyerek bu adada ölmek için yaşayacaktım.

Aynada tekrar ve tekrar kendime baktım. Gözlerimdeki dingin karanlığın bakışından nefret ettim.

Odama girdim. Siyah neyim varsa giydim. Tek renk olacaktım; siyah. Sonra pencereden yine dışarıya baktım. Herkes ayrı bir telaş içindeydi. Acımı yalnız yaşıyordum.

Evinden içeri girdik. Onu gördüğüm, onunla olduğum her köşe şimdi sahipsizdi. Annesi gözyaşlarına boğulmuştu. Bana baktı. Ona bakarken gözyaşlarım gözlerimin arkasına doldu. Islandı yine gözlerim. Kendimi tuttum; ağlamadım.

“Ezgi yok artık. Eren, Eizgi yok artık! Gitti. O yok artık.”, sonra ağladı. Sözleri, ağlamasıyla içimi parçaladı. Gözyaşlarımı tutamadım.

Sonsuz bir andı. Ağlamam hiç durmayacak gibi geldi. Hızla çıktım evden. Duramazdım. Sarsak hareketlerle gözlerimi sildim. Gökyüzüne baktım. İçimden sordum soru işaretlerimi. Derin nefesler aldım. Gözyaşım dursa da acım arttı.

Biz bir ömür yazlarımızı paylaşmıştık. Peki yaz yeniden geldiğinde ne yapacaktım? Ne yapacaktık? Sessiz evlerin arasından sahile indim.

Yaz biterken en son ikimiz kalmıştık. Şimdi oturduğum kayada oturuyorduk. Yan yana şimşeklere bakıp yağmuru bekliyorduk. O, sigara içiyordu. Sonra üşümeye başlamıştı. Ben de hırkamı çıkarıp omuzlarına örtmüştüm. Konuşmaya doyamamıştık. Oradan buradan derken saatler geçmişti. O anın bitmesini neden bu kadar ertelediğimizi görüyorum. Ayaklarım beni caminin avlusuna dek istemsizce sürükledi. Karşımda, tabutun içindeyken dayanamıyordum. Ağlamak istedim, ağlayamadım.

Beyaz Bir Gece

Yaşam bir sahne, gözler üzerimde. Bir anlık ürpermeyle gözlerim donuklaşıyor. Yinelenen ve yenilenen her şey başımı döndürüyor. Gözlerimi kaparsam sanki karanlık, yosun kokan, dar bir kuyunun dibine yuvarlanacağım. Dakikalar birbiri ardına akıyor.

Kahvede bir sandalye; üzerine yığılmıştım. Önümde buruşmuş, eski bir gazete; gözlerim de sayfanın üzerinde. Ne olduğunu anlamadığım bir cümleyi, köşeyi okuyorum. Çayımın sonuna vardım bu yudumla. Kaşığı tabağın kenarından alıp bardağa sessiz sedasız bıraktım. Belki de çay kaşığı fark etmedi bu hareketlenişini.

Ahşap masa damarlarından çatlamış, çürümeye başlamış. Bacaklarından biri kaşınıyor olsa gerek. Bir karınca hızlı hızlı tırmanıyor o bacaktan yukarı, bana doğru. Karıncayla göz göze geldik sandım. Konuşmak istedim, acelesi vardı. İşine bir anlık arasından sonra devam etti. Aradan yarım saat kadar zaman geçtikten sonra masadan bir parça şekeri yüklenip aşağı inmeye çalışıyordu. Bense hala oturuyordum olduğum yerde. Çayım üç kez daha tazelenmiş. Dışarıda yağmur başlamıştı. Gece okşuyor da diyebilirdim dövüyor da, yağmur damlaları dolunaydan kısılmış sönük yıldızlar gibi parlıyorlardı.

Ağacın topraktan köklerini toplayıp ayaklanmasına benziyordu masadan kalkışım. Ayaklarım uyuşmuş, bacaklarım tutulmuştu. Sandalyeden ceketimi alıp sırtıma attım. Masaya üç lira atıp kapıdan sokağa, yağmura çıktım. Islandıkça uyandım, ısındım.

Karıncadan yavaş, zamandan hızlı yürümeye koyuldum. Elimi cebime atıyorum; boş. Ay sonuna çok var. Nasıl geçer şimdi onca gün? Akşam havası serin, içimde bir huzursuzluk var. Fabrikanın gündüz duman soluyan bacası beden bulmuş kabusun dehşet saçan bir uzvu gibi görünüyor gözüme.

Bugün tezgahtayken haber geldi. Fabrika kapanacakmış. Bu ay sonmuş. Ne yapacağımı bilemedim. Eve nasıl giderim bilemedim. Kazandığım iki kuruş bir şeyken, o da yok şimdi; kabullenemedim.

Duvarın başından önce dolunaya sonra sönük yıldızlara baktım. Eninde sonunda fabrikanın bacasında kitlendi gözlerim. Beni atsınlar istedim kara kazanlara, duman duman hiç olayım istedim.

Hava iyiden iyiye soğumuştu artık. Yağmur ha durdu ha duracak. Kaçmayı çok istedim aslında, olmadı. Eve yöneldim. Yüzlerine bakamadım. İki kaşık yemek yiyemedim. Devrildim bir kenara, uyur gibi kapattım gözlerimi.

Beyaz gecede uyunmuyor. Bu gece de sabahı ettim. Gün ışımadan düştüm yola. Fabrikanın kapısında durdum, bekledim. Gün ışıdı, kepenkler açıldı. İnsanlar gelip geçti. Fabrikanın kapısı hiç açılmadı.

Görülünce Biter Hikaye

Aslına bakarsanız her şey böyle olsun isterdim. Halimden memnunum. Bana çok kızdığını biliyorum. Ama o da zamanla anlayacak, umuyorum.

O günü dün gibi hatırlıyorum. Koridorda zamansız bir basıklık, karanlık vardı. Havadan olsa gerekti. Henüz sabahın dokuzu, hava alabildiğine bulutlu, yağmur durmadan yağıyordu. Artık erteleyemeyeceğimi o an fark ettim. Kararımı verdim. Önceki gece pek iyi uyuduğum söylenemezdi. Gözlerim kanlanmış, acıyorlardı.

Onu gördüm. Merdivenin başındaydı. Nefesinin ılık tadını duyuyordum adeta. Saçlarında açık pencerenin esintisi, yüzünde sabahın durgunluğu gülümsüyordu.

Bin bir çelişkinin kararsızlığında yaklaştım. Etrafımdakileri görmüyordum artık. Derinden bir şarkının nağmeleri yükseldi. Beyaz, soğuk duvarlar canlandı. Nereden filizlendiği anlaşılmayan laleler yükseldi. En yakındaki ateş gibi, sonraki menekşeyi kıskandırırcasına açtı. Hayallerim benimle kurallarını unuttuğum bir oyunu oynuyorlardı.

Bir şarkının beklenen anı, yükselen nağmeleri gibiydi. İçimde isimlendiremediğim bir şeyler uyanıyordu. Seviyordum ama bilmeden, anlamadan. Öyle ki sevgim hissettiklerimden geliyordu.

Güzel bir uykunun sabahı kadar yumuşak ve rahattı düşüncelerim. Sonra merdivenden inmeye başladı. Sarmaşıklar kaplamıştı her basamağı. Tozlu, kırık camlar yılların feryadını susturuyordu. Çürümüşlüğün sesini beyaz bir kelebeğin kanat sesleri parçaladı. Kimse bu gizli savaşı göremedi.

Merdivenden iniyordum. Nefesimi kontrol altında tutamıyordum. Kalbimin ritmi bozulmuş, bu deliyi zaptedemiyordum.

“Nasılsın?”, dedim. Sesim istediğim gibi biraz durgun, düşünceli ve ölçülüydü. Bu kadarı da bir kelimeye ancak şimdi sığardı.

Bakışı ilkbahar sabahı melteminin okşayan esintisinden farksızdı. Düşüncelerim açık camın önünde unutulmuş kağıtlar gibi dalgalandı.

“Çok uykum var, senin de varmış gibi görünüyor. Açılırım ama birazdan…”

Kelimeleri, kelimemle uçsuz bir akışa başladı. Bir yerden sonra ne dediği değil de nasıl dediği dikkatimi çekti. Mimiklerini takip etmiyor, sanki onu yaşıyordum.

Sonra aniden durdu. Ona kesintisiz baktığımı; bir şeyler, bir farklılık olduğunu anladı. Bu farkın adını aklına getirdi, bir heceydi, kendine söyleyemedi. Söylememi istiyordu ya da masum bir kendini kandırıştı benimki.

Madem ki buradayım. Madem ki birlikteyiz. Bu anı birçok kez aklımın girintili çıkmazlarında yaşamıştım. Ne yapacağımı bilmez olmuştum. Ezberden hareket edemiyordum. Bilmediğim bir renkti, bilmediğim bir şekilde oynuyordum. Halbuki sahneye isteyerek çıkmıştım.

Elini tuttum. Gözlerine baktım. Masum bir gülümsemesi vardı. Bir kelime zannederdim. Ona da gerek yokmuş. Bir hikaye gözle başlar görülünce son bulurmuş.

Beyaz Sessizlik

Sahildeydik. İrili ufaklı taşları yerinden oynatıp yengeç yakalıyorduk. Yassı kafalarının üstüne işaret parmağımızla bastırıp önce hareketsiz bırakıyor, sonra da baş parmağımızla altlarından kavrayarak elimize alıyorduk. Büyük bir şey başarmanın, avlanmanın çoşkusunu çocukça yaşıyorduk.

Hava çok güzeldi. Dalgalarda güneş göz kırpıyordu. Mutluyduk. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Hava kararıyordu. Herhalde sekizi geçiyordu saat. Yakaladığımız yengeçleri suya atmakla eve götürmek arasında kalıp, ufak bir tartışmaya tutuştuk. Sonunda hepsini denize fırlattık. İri taşlara benziyorlardı ama görünüşlerinin aksine suya yavaş yavaş batıyorlardı.

Yorulmuştum. Bütün gün taşları kaldırıp indirmekten kollarım ağrımıştı. Omuzlarım öne düşmüş, küçük adımlarla ilerliyordum. En arkada kalmıştım.Herkes bu güzel yorgunluğun tadını çıkarıyordu. O sırada gözüme çarptı; bembeyazdı.

Bir an sonra hepimiz onun etrafında toplanmıştık. Birbirine karışan bir ton soru duyuluyordu. Hem onu çevrelemiş hem de görünmez bir sınır çizmiştik onunla aramızda. Yaklaşmıyorduk. Bilmediğimiz bir şeydi. Anlatılan ama hayatta hiç karşılaşmadığımız bir gerçekti bu.

Kızlardan biri ne olduğunu anlar anlamaz çığlık atmaya başladı. Diğer kızlar da ona katılmaya başlamışlardı. Sonra önümüzdeki çalılardan gürültülü bir şekilde hışırtılar gelmeye başladı. İşte o anda kusursuz sessizliği yaşadık. Kelime öbeği kağıdı aşıp anlamıyla özdeşleşmişti.

Ete kemiğe bürünmüş bir telaş bizi sarmıştı. Kıpırdayamıyorduk. Görünmez bağlarla hapsedilmiştik bu yere. Dili salya içinde sarkan, parlak sarı gözlü, simsiyah bir köpek üzerimize atıldı. Havayı yırtarcasına hızlı oldu her şey.

Bir anda bağlarımızdan kurtulmuş delicesine kaçıyorduk. Nefes nefese, ter içinde en yakındaki evin kapısına doluştuk. Korkuyla arkama baktım. Yirmi metre kadar ileride gördüm köpeği. Daha fazla yaklaşmayacaktı, sadece bizi izliyordu. Soluklarımız düzene girmeye başlamıştı. Şimdi hepsi dikkatle köpeğin bir sonraki hareketini bekliyordu.

O şey ağzındaydı. Geldiği gibi hızla çalıların arasında kayboldu. Ne gördüğümüzü biliyorduk; bir el.

Korkuyla birbirimize bakıyorduk. Ne diyeceğimizi bilmiyorduk. O yoldan her geçişimizde belli belirsiz bir tedirginlik parlıyordu içimizde ama kelimelere dökemiyorduk. Sanki bahsedince gördümlerimiz tekrar olacakmış gibi bu olaydan hiç bahsetmedik.

Aklımdan çıkmıyor. Beyaz bir el, köpeğin ağzında duruyordu.

Geri Dönen Zaman

Biraz sonra zaman duracak sanıyorum. İki kelime arasında bir saniyede duraklayacağım. Zamanın dışında kalacağım. Belki de ihtiyar beni kapı dışarı edecek.

Paltoma daha da sıkı sarılıp yürümeye devam ediyorum. Korktuğum gibi bir şey olmadı. Hiç değilse şimdilik olmadı.

Dikkatle kaldırıma bakıyorum. Sanki her bir karesini görmek bana bir şey kazandıracak. Sadece boş boş bakıyorum. Anlık bir esintiyle titredim. Gözlerimi göğün dingin maviliğine çevirince merak ettim; ne zaman kar yağacaktı?

Burnumu çekmeye de başlamıştım. Hasta hasta geçecek bir kar tatili hiç fena olmazdı aslında. Uzanmaya, sadece boş boş uzanmaya, göz kapaklarım ağırlaşınca kendimi uykunun şefkatli kollarına bırakmaya ihtiyacım vardı.

Bir metre kadar önümde, kaldırım taşlarının arasında onu gördüm. Eğildim. Özenle onu yerden aldım. Biraz çamura bulanmıştı. Elimle temizledim. Cüzdanıma koydum.

Uzun zamandır aradığım bir şeyi bulduğumu hissediyordum. Sanki kaldırımda beni beklemişti oraya düştüğünden beri. Ve belki de isteyerek benim yolumun üzerine düşmüş, meraklı gözlerden de saklanmıştı.

Kendimi her zamankinden daha şanslı hissediyordum. Özgüvenim tamdı. Kendime fazlasıylagüveniyordum. Sanki bu şekilde hissetmek için hep onu beklemiştim. Tamamlanmıştım sonunda.

Bir kar tanesi gözlüğümün arkasından sol gözüme sokuldu. Onda gözyaşımın ıslaklığını hissettim. Bu sahte gözyaşının parıltısında bir şeyler saklıydı. Söylemediğim bir şey vardı; söyleyemediğim. Uzaklardan bir ses geldi.

On dakika geçmişti ki zamansız açmış bir çiçek kar tuttu. Rüzgar şiddetlendi. Onun sesini duyuyordum. Bundan emindim. Sonra içimi ısıtan bir duygu fırtınasına tutuldum. Cebimden gelen bir sıcaklıktı bu.

Cüzdanı dikkatle açtım. Zara dokunamadım. Parlıyordu. Bütün noktaları kırmızı deliklere dönüşmüştü. Her birinden alevler yükseliyordu.

Neden sonra ses daha anlaşılır ve daha onun oldu. Ses, zardan geliyordu. Yılların arkasından bana sesleniyordu. Üç yıl önce dolmuş kum saatinde taneler bir kez daha hayat buluyordu.

“Buradayım. Seni ne kadar özledim bilemezsin. Gelişim çok zor oldu ama önemli değil. Artık buradayım, seninle bir ömür boyu; bitmezcesine…”

Zardan saçılan ışıklar büyüdü ve beni sardı.

Dünde Bıraktıklarım

Nexus

İstanbul, Türkiye
Söyleceklerim olmaya devam ettikçe burada olacağım.