Cumartesi, Aralık 25, 2010

Yol ve Yer

Yalan sanıyor insan bazen ne varsa... Görmediği yerler, tanımadığı insanlar arıyor... Durmadan, usanmadan...

Gün ağarmıştı. Rüzgar belli belirsiz esiyordu. Kapılar, doğramaları dövüyordu. Ter kokuyordu hava... Sonra onun gözleri takılıyor gözlerine... İri, ağlamaklı, şaşkın... Onun o çakır gözleri aklından çıkmıyor bir daha... Son görüşü ile ölümsüzleştiriyor onu aklında, kanıysa sanki ellerinde sıcacık hala...

"Git! Kalman beni üzüyor..."

"Gideceğim..."

"Ayrılık konuşması mı yapmak istiyorsun, saçmalama! N'olur... Uzatmayalım, git her sabahki gibi..."

"Kendine iyi bak,"

"Sen de iyi bak kendine,"

Öyle durup dururken bitmedi her şey. Vardı elbet sebepleri... Ama olan oldu. Ellerinde hiçbir şey yok artık geri döndürmek için geçmişin toz pembe aşk dakikalarını...

Bitti. İkisi de bunun farkında işin kötü yanı...

Kadın kapının usulca kapanmasını izleyemedi, yere baktı en son. Sonra gözleri karnında odaklandı. Dokundu bir anne şefkatiyle... Sevdi büyüttüğü meleğini...

Adam anahtarı paspasın altına bıraktı. Ellerini paltosunun ceplerine soktu. Gözleri yaşarmıştı, sildi. Gözlüklerini düzeltti ve yürüdü uzaklara doğru. Bu şehir kafi gelmezdi gidişine... Bir başka hayat bulacaktı... Hayat suyu başka bir yol bulacaktı, akacaktı...

Kadın makyaj masasının önündeydi. Ağladı ağlayacak... Dimdik duruyordu, asaletle... Ölümüne razı bir mahkumun onurlu duruşu gibi... Kırmızıydı bugün dudakları, allık sürdü yanaklarına... Saçlarını usul usul taradı...

Adam, Haydarpaşa'daydı. Adı Meram Ekspresi... Gidecekti. Nereye gittiği pek de mühim değildi. Bir süre gitmeliydi. Belki geri bile dönerdi ya belli olmazdı orası... Gidecekti. İşte o kadar.

Kadın siyah bir palto giydi. Çiçek desenli, kahve tonda bir eşarp taktı. Bir taksi çevirdi. Gideceği yeri söyledi; Çapa!

Adam trene adımını attı. Paltosunun iç cebinden bir fotoğraf çıkardı, öptü. Kenarları bükülmüş, solmuş bir fotoğraf karesiydi... Seven ve sevilendi iki insan, bir karede...

Kadın bir doktorun önündeydi. Oturuyordu;

- Kemoterapiye bugün başlayacağız. Sizi daha önce bilgilendirmiştik. Moralinizi yüksek tutmalısınız. Biz elimizden gelen her şeyi yapıyoruz, yapacağız da... Sizin de yardımınızla bu hastalıktan kurtulacağız.

-Sağ olun.

Dedi ama inanmadı. Zaten hiç inanmamıştı. Yaşamak mı yaşatmak mı... İki hayat vardı ipin ucunda... Bir kadın, yapayalnız. Karar verecekti. Zor bir yoldu... Çölü bir başına geçecekti...

Adam ağladı kompartımanda. Soğuktu hava, daha da soğudu. Film şeridine döndü camın öte yanı... Zaman algısını yitirdi... Hatanın, yanlışın nerede olduğunu aradı hep... Bulsa düzeltecekti, buna inanıyordu işte... Dipsiz bir kuyuya düştükçe düşüyordu...

Kadın ağladı... Durduk yere boşandı gözlerinden yaşlar... Rimelleri aktı, dudakları titredi... Yılların yükü omuzlarından aktı...

Tesellinin olmadığı yerdeydi kadın, adamsa cevapların olmadığı yoldaydı...Ne o yol, o yere çıktı ne de o cevaplar teselli getirdi...

Pazartesi, Aralık 20, 2010

Lezzet Durakları - Konya

Lezzet Durakları

Sabahın ilk saatleri... Taksim'den biniyoruz Havaş'a; istikamet Sabiha Gökçen! Hava karanlık hala, biletler alınıyor ve uçaktayız.

İsmi Pegasus sözde; İz Air yazıyor uçağın üzerinde... İçerisi boğuk, sıkışık... Tedirgin oluyor insan daha önce duymadığı bir firmayı görmekten. Çıkış önü aldık biletleri bacaklarımız sıkışmasın diye, çıkış önü belki de daha sıkışık. Mülteci otobüsü havasında yolculuğumuz başlıyor. Kolay değil, Konya'ya gidiyoruz İstanbul'dan ancak İDO ile seyahat eder gibi ulaşıyoruz Konya'ya; Kırk dakika! Kuş bakışı görüyoruz Konya Büyükşehir Belediyesi Atatürk Stadı'nı...

Maçın başlamasına saatler var. Konuşmuş Kaan bir restoranla telefonda. Açıklarmış pazar sabahı. Taksiye atlayıp gidiyoruz; Alican, Kaan ve ben. Bir BP'nin yanındayız. Paşazade! Muntazaman dizilmiş sandalyeler, masalar... Bir sessizlik hakim mekana. Kapıya üç beş metre mesafedeyiz. Kapalı diyoruz başta, neden sonra kapı açık mı diye bir bakıyoruz. Açık da... Kapıda kalmamanın sevinci bir yanda, bir diğer yanda da sabahın 03.30'unda kalkmanın haklı açlığı!

Sonraları pek aç kalmıyoruz gün boyunca. Hatta hiç aç kalmıyoruz. Şöyle ki Konya benim için dümdüz bir araziye kurulmuş koca bir lokanta figürü halini alıyor.

Lezzet Durakları havasında bir gün geçiriyoruz. Paşazade'ye geri dönelim. Tedirgin adımlarla giriyoruz içeri. Girişte bir masanın üzerinde Zaman ve Taraf duruyor. Okunmuş hatta yarım kalmış, sayfası açık kalmış Zaman'ın... İçeride birileri olacak muhakkak, "kimse var mı?" denilince arkadan bir abi çıkıyor. Kırk yaşlarının sonlarında; güzel karşılıyor, güleryüzlü. Kahvaltı on dakikaya hazır olur diyor, siparişi alıyor. Çok geçmeden mükellef bir kahvaltı sofrası kuruluyor önümüze. Doyasıya yiyoruz. Beklediğimden güzel bir sunum, lezzet ve ortam. Anadolu'nun salaşlığı, kırsallığı yok burada.

Eskişehir'le kıyaslıyorum yola devam edince. Çok düzenli bir şehir. Ama öyle de olmalı diyor insan içten içe. Dümdüz bir coğrafya; belediyecilik çok kolay olmalı diyoruz. Yetinmemişler hatta bir takım tüneller bile görüyoruz.

Yola çıkmadan önce birtakım bilgiler edindik elbet. Özellikle Aladdin Tepesi'ni görmek istiyoruz. Böyle düz bir coğrafyayı nasıl da güzel görür diyoruz. Ama nerede? Şehrin dışında olmalı diyoruz... Ama o kadar geniş zamanımız yok. Gündüz maçı, saat 16.00'da başlayacak. Bir yandan da şehri görmek, Mevlana'yı ziyaret etmek istiyoruz. Yerlerini sorunca yakın diyorlar, şaşırıyoruz.

Minibüse bindik önce. Ama üçüncü ya da dördüncüye ancak binebildik. İlki almayınca ya ayakta almıyor dedik, ya da durak haricinde... Ama bir kız da yanımıza geldi, oradan binebileceğimize inandık böylece. Bir yanlış denemenin ardından doğru minibüse, kampüs minibüsüne biniyoruz.

Gayet de ayakta bir yolculuk oluyor. İlk andaki ayakta yolcu almıyorlar mı düşüncesi, ütopik olarak kaldı.

İnsanlar sessiz. Kızların neredeyse yarısının başı açık! Şaşırıyoruz. Modern bir şehir burası. Sofular Cenneti değil miydi oysa Konya?

Minibüs basamaksız, basık ve mavi olsa da minibüsçü aynı! İstanbul'daki meslektaşlarıyla bağı çok sağlam; "Babam sağolsun", "Sebebim Sensin", " Allah Korusun" yazıları eşliğinde gidiyoruz. Tabii söylemeden edemeyeceğim, o açık mavi tüylü, abartılı şey minibüsü en az otuz yıl gerilere götürüyor, Yeşilçam manzaraları insanın aklına geliyor. Ağır bir arabesk müzik eşliği beklese de insan; bu yok. Oldukça sessiz ve huzurlu bir yolculuk. Sarsılmıyoruz pek. Ara sıra kalabalıklaşıyor minibüs o kadar.

Öyle tepe filan görmeden biz; Aladdin Tepesi diyor şöför. İniyoruz. Karşımızda otuz metre kadar yükselen merdivenleri olan bir park var. Bu kadar mı? İnsan daha fazlasını bekliyor. Demek ondan 42 katlı alışveriş merkezini yapmışlar. Nargile kafesi var yukarıda; Tepe Cafe!

Türk kahvesinin sunumu çok hoş. Bakırdan oymalı bir fincanlık. Üstü de kapalı. Keyifle içiyoruz. Bir nebze etraf görülüyor ama beklentilerimiz çok daha büyüktü. Daha sonraları gördüğüm birtakım otuzlardan kalma fotoğraflar gerçeği bana gösteriyor. O zamanlar gerçekten Konya'ya tepeden bakıyormuş! Ama yükselen yapılaşma bu gerçeği köreltmiş epeyce.

Tepenin tepesi bile düz!

Bir kötü gözlemimi de eklemeden geçemeyeceğim. Çiftler el ele dolaşamıyor. Hatta normal bir şekilde birbirlerine duydukları sevgi ile yan yana yürüyerek, el ele pazar sabahının tadını çıkaran çifte polisin müdahalesi korkunçtu. Kızı uzaklaştırdıktan sonra, çocuğa; "Ayakta götürüyordun!" diye çıkışması gerçekten de yorumsuzdu.

Yolda piyango alıyoruz. Israrla Konya bileti istiyoruz. Konyalılar, İstanbul biletlerine rağbet ediyorlarmış. Bir çekmeceden bize özel Konya biletleri çıkarılıyor. Seçiyoruz birer ikişer...

Mevlana Celaleddin Rumi! Onu ziyaret etmeden olmazdı elbet. Gittik de... İnsan hayran kalıyor etrafına baktıkça... Sanki onun ruhu işlemiş her yana... Huzur doluyor insana adım atar atmaz. Mistik bir dokusu var kubbenin altında. Hayranlıkla geziyoruz. Mevlana'ya dua ediyoruz. İçeride fotoğraf çekilmek yasak ama dışarıda Japon turist edasıyla bol bol fotoğraf çekiliyoruz.

Adnan Polat gelecekmiş... Geliyor da... Selam vermiyoruz. Hem yeni üyeyiz biz. Tanımıyordur. Bir kez, iki kez konuşmuştur bizimle; görünce tanımıyor. Hani biz de hevesli değiliz konuşmaya. Sonradan eve gidince görüyorum; yeni yılımı kutlamış. Bir zarfta... "Sevgili Galatasaraylılar" diye başlıyor sarı kırmızı mektup...

Bu aşırı düz olma hali üzerine konuşup espriler yaparak aradık Ali Baba'yı. İlla da orada yiyeceğiz etli ekmeği, belki de tandırı. İkisini de yemek var kafamızda. Hatta birer tandır herkese, ortaya da etli ekmek hayalindeyiz.

Çok önemli bir eksiği fark etmemiz geç olmadı. Konyalılar yol tarif etme konusunda
oldukça tutarsız kendi aralarında. Birinin ak dediğine diğeri kara diyor. En son biri orası kapandı dedi. Hayallerimiz yıkıldı. Başka bir yer öğrendik, oraya doğru giderken bulduk tesadüfen Ali Baba'yı. Arka kapısını bulmuşuz. Yine kapalı sandık. Yine denedik. Yine yüzümüz güldü.

Lezzet durakları devam ediyor. Bıçak arası! Görselliği ön plandaydı. Etli ekmek lahmacuna çok benziyor dedi garson. Bize bunu önerdi. İyi ki de önerdi, biz de kabul ettik. Yolu düşene öneririm. Masayı baştan başa kaplayan enfes bir yemek. Tandır olmaması çok da etkilemedi bizi o anda. Sonraya erteledik bu arzumuzu. Nasılsa maçtan sonra bir akşam yemeği yiyecektik.

Nalçacılılar! Bizi uyardı garson; "Aman dikkat edin. Galatasaraylı olduğunuz belli olmasın stada girene kadar."

Bilmezdim buranın seyircisinin olaylı olduğunu. Stada yürüyerek gittik. Polisin nazik, güleryüzlü uyarısıyla atkımı sakladım. Epey yürüdükten sonra bulduk girişi. Birkaç provokatörün bağırtılarından başka olay yoktu. Onlar da saman alevi gibiydi zaten. Önemsemedik bile. Dışarda pek durmadık. Doğruca tribüne!

Tabii çekirdekler alınmıştı! Stadda fotoğraflar çekildi. Ufak ufak sloganlarla, tezahüratlarla maça ısınıldı.

Üçümüz bir polisten fotoğraf çekmesini rica ettik. Başta şaşırdı. Düşman görülmeye alışmış ne de olsa. İnsani yaklaşımlara yabancılaşmış... Güleryüzle çekti sonra...

Coşkuluydu bizim taraf. Maçın başlamasıyla neredeyse tamamen doldu da bizim tribün. Maçın neredeyse ilk yarısı boyunca Nalçacılılar "Yönetim uyuma taraftarın dışarıda" diye bağırdı durdu. Olanlar da ara sıra bir hayli hararetli tezahüratlar etti. Stadda yüzde yetmişleri aşan bir doluluk vardı yine de. Hava çok soğuk değildi. Şartlar futbola müsaitti işin özü.

Anıl, Çağdaş, Serdar, Gökhan... Bu isimleri duyunca hava alanında birbirimize bakıp; "Biz daha iddialı bir kadro olarak gidiyoruz" deyip gülmüştük.

Ama sezonun neredeyse en iyi maçlarından birini oynadı takım. Bizi üzmedi hiç değilse. Konya genç oyuncularımızı sevdiriyor bize. Dün Aydın, bugün Anıl...

Maçın detayına çok girmeyeceğim zaten "yayıncı kuruluş" verdi görüntüleri anbean.
Esas önemli olan Konya'ydı, Konyalılardı. Gerçekten de hoşgörü şehriydi burası. Çocuğunu, sevgilisini, eşini alan gelmişti. Fanatik taraftar da yok değildi. Ama ben özenle bu hoşgörü manzarasını izledim. Ta ki bir adamın ki kendisi Galatasaraylı, Fener formalı kız arkadaşıyla boy göstermesine kadar. Bu kadarı da fazlaydı. Yarım saat kadar bu böyle devam etti. Yarıda müdahale edildi ancak. Forma çıkarıldı. Bu kadar hoşgörü bana fazla gelmişti. Sanıyorum müdahale de İstanbul'dan gelenlerdendi...

Hevesli, heyecanlı bir seyircisi var Konya'nın. Ama bizim seyirci ile yarışamadı koca stad. Olay da çıkmadı ama. Yenilince bizim tahriklerimize pek uymayıp evlerine dağıldılar. Renkli anların bir kısmı da deplasman tribününün maç sonrası bekletilmesi sırasındaydı; "Evde misafir bekliyor!", "Çay demlendi ama...", "Karnımız acıktı!" gibi serzenişlerle kapının açılması istendi.

Bizi alan taksi epey mutluydu. Şehir çok küçük. Otobüs ve minibüs de çok yoğun; demek taksilere pek iş düşmüyor. İlla da tandır istiyoruz diye sorup soruşturup bir yere gittik ama kapanmıştı. Saat daha 19.00. Alışmışız uyumayan şehrimize tabii...

Taksici bizi güzel bir kebapçıya bıraktı; Cemo. Bir ihtimal burada tandır vardır; hem Gar'a da yakın dedi. Kapıda sorduk; yokmuş. Cağ Kebabı var dediler. Aynı et, kuzu eti, bu da çok güzel diyerekten bizi ikna etti şef garson. İyi ki de ikna olmuşuz. Bir saati aşan bir yemeğin ardından oradan ayrıldık. Sunumu olsun, lezzeti olsun şahaneydi. Lavaş üstüne lavaş yedik. Ezme yenilendi. Yoğurt ve salata da aynı şekilde... Nar ekşisi salatada bir başka güzelleşiyor...

Bol bol yedik Konya'da. Konya yemeklerle kaldı aklımda, hatta damağımda. Son anda mevlana şekeri almayı da ihmal etmedik elbet.

Gar'daki bekleme salonunun dokusuysa bir başkaydı. Türk Filmi kokuyordu. Kameraları aradı bir an gözlerim. Ufo vardı bir tane. Etrafında öbeklenmiş insanlar. Duvarlar taş, banklar ahşap... Sessiz bir yer... İki çocuklu bir aile geldi yanımıza. Biri kundakta hala... Diğeri babasıyla geziyordu. Süpriz Yumurta yokmuş diye ağladı bir ara. Sonra ışıklı ayakkabı istedi. Bütün çocuklar aynıymış; biz de böyleydik... Kaan epey ilgilendi çocukla. Bu detayları da ondan aldık zaten. Sonra tren geldi. Son perondayız. Yataklı!

Keyifli bir yolculuktu. Başta yemekli vagona geçip batak oynayalım dedik. Yasakmış, çok zorlamadık şansımızı da karşımızdakini de... Sert bir uyarı olmadı. Sıcak kanlı, güler yüzlü insanlardı hepsi. Birer soda içtik Alican'la; Kaan çay içti. Bir görevli geldi yanımıza dert yandı Adnan Polat'tan... Sonra laf lafı açtı konuştuk bir süre...

Oradan kompartımana geçince de devam ettik batağa... Bir yandan da neredeyiz diye bakmalar. Bitmek tükenmek bilmeyen Konya... Kırk dakikada geldiğimiz Konya'dan dört saatte çıkamadık.

İyice uyku bastırınca da ranzalar açıldı, Kaan yan tarafta kendi kompartımanına gitti ve benim için deliksiz, keyifli tren uykusu başladı. Sabah uyandığımda öğrendim. Tuvalete gitmiş Alican gece, fark etmedim bile.

İstanbul... İstanbul...

İDO'dan Bakırköy'e ayak basınca "Evdeyim" dedim. Bunu hissettim. Her şeyiyle mükemmeldi. Huzurla attım adımımı eşikten...



Haydar Eren AKIN

Salı, Eylül 21, 2010

Gülümsemeseydin

Şimdi yazıyor olmazdım,
Dün gece uykusuz kalmazdım,
Biraz daha yer, içerdim,
Daha az düşünür,
Daha az okurdum,
Hele o kitaba elimi sürmezdim,

İki yıl mı oldu,
Bana mı öyle geliyor,
Belki de geçmişten gelen bir hayal,
Bir hayaletsin...
Tenin de fazla soluktu zaten,
Ama, hayır...

Sonra seni gördüm,
Vapurdan yeni inmiştin,
Beni arıyordu gözlerin,
Ve sen...
Üç harf hiç bu kadar anlamlı olmamıştı
Bu kadar yakışmamışlardı birbirlerine...

Sonralarımız ortak oldu,
Saatlerce konuştuk, söyleştik,
Her sözümüzle sana bir adım daha,
Koşar adım sonrasında da...
Yaklaşıyordum,
Seviyordum... Sevdiğimi anlıyordum...

Gece bazen çok karanlık,
Sabah bazen çok soğuk,
Ama olsun...
Kalp bu mevsime de alışacak,
Ten bunu da tadacak,
En güzel heyecandayım,

Hava kararıyordu, masanın başında ben,
Solumda sen, sağımda Boğaz...
İki de çay masada, bayat, acı...
Umrumda değildi,
Huzurluydum...
Heyecanlıydım...

Yine aynı samimiyet, aynı tebessüm,
Aynı güzellikte konuşmalar...
Ama dilimin ucuna gelip de sakındığım
Sözler vardı, itiraflar saklıydı,
Dökülüverdiler...
Gülümsedin, Matmazel'in dudaklarına benzettim o an,

Şimdi bu şarkıları dinliyorsam,
Şimdi saatlerce okuyorsam,
Ve ki telefonuma takılıyorsa gözüm ara sıra,
Ve daha da özlüyorsam, üşüyorsam...
Sebebimi bir sen bilirsin, biliyorsun,
Seni seviyorum,

Boğaz manzarası aklımda kaldı...
Beklemedik ama alev alev yanana dek karşı pencereler,
Olsun, iki yılımız var,
Düşünecek ne çok zaman,
Ama çabuk geçer, bu hafta gibi,
Sebebini bilirsin, bu iki kişilik, tek perdelik bir oyun!

Salı, Haziran 08, 2010

Ay desen ne ki, yıllarca

Pişmanlık desen değil,
Özlemek mi, bilmiyorum ama seviyorum,
Seni yeniden görmeyi,
Yeniden adım adım hayatıma girişini izlemeyi...

Nice senelere; arayamazdım, açmazsın diye korktum,
Umarım her yeni yaş, sana daha büyük mutluluklar getirir,
Biliyorsun, seninle konuşmamalıyım,
Ama sana güveniyorum,

Uzaklara bakmayalı ne kadar zaman olmuştu,
İçimde bir yumru, bir çakıl taşı...
Yutkunup da kurtulamadığım o söylenmemiş sözlerimle
En son ne zaman susmuştum böylesine,

Ay desen ne ki, yıllarca,
Bitmiyor; bitmez eminim kendimce,
Görmediğim gözlerinden olduğumca hem de...
Ay desen ne ki, yıllarca...

Uzan şimdi yıldızların altında,
Benim olası sözlerimi işit başka dudaklardan,
Ama beni düşün,
Kendinden bile sakla ama,

Ben nasıl senin sevgini aradıysam başkalarında,
Sen de ara, hep biri olsun ama benim anımla...
Mutlu ol, ama en mutlu anında gözlerin uzaklara dalsın,
Hatırla geriye attığın ne varsa,

Küllerinden doğmasın o aşk,
Doğmasın...
Ama küllerinin kiri ellerinde kalsın,
Ay desen ne ki, yıllarca...

Pazar, Mayıs 09, 2010

Ayın Karanlık Yüzü

Utanç dolu kelimeler biriktirdim,
Senle başlayıp biten,
Gölgeler büyüdü gözlerimde,
Gri parmaklıklar…
Kalbim içine sığmaz sandığım anda
Karardı yüzüm, gözlerim,
Yalan söyleme sen,
Gerçeklerin yeterince acı, yakıcı, sert,
Bu gece konuşma daha,
Kırgınım, sana değil kelimelerine,
Saplanıp kaldım bir fotoğraf karesine,
Durdursana zamanı,
Bak akıyor kumlar saatlerden aşağı,
Aç avuçlarını, aldırma rüzgara
Kan çanağı olsun gözlerin,
Kızarsın, kaşınsın bırak tenin,
Ama dönme sırtını, dayanamam,
Renkli gözlerle bak yeniden,
Islak dudaklarla konuş,
Baygın gözlerinle…
Beni deli ediyor bu sıcak, bu sensizlik
Dön artık,
Kurduğum hayallerde eriyorum.

Cuma, Mayıs 07, 2010

Venüs

Bekle dediğin yerdeyim, ellerim buz kesti,
Seni nasıl özledim, titriyorum,
Başımda dağılmayan geçmiş yıllar, duman duman,
Ve sen, yaz yağmuru… Sarı sabahım,
Ellerim özledi en çok seni,
Sensizlik olmadı, yapamadım,
Bir gün bile çok geldi, dayanamadım,
Her köşede gözüm seni aradı,
Ellerim hep kumaşlarda, bulamadı dokunu,
An geldi, ellerimi koyacak yer bulamadım,
An oldu, sustum.
Sen şimdi bir peronda yol al uzaklara,
Ben burada, sen uzaklaş her dakikada,
Uyu uyuyabilirsen,
Yaz yazabilirsen,
Nefes nefese kelimelerim, savruk, dengesiz,
Kitap biterse ne yaparım?
Senden şimdi bir o kaldı geriye,
Yoksa yok olursun, kaybolurum,
Elektrikler mi kesildi bu gece de,
Ne bu karanlık, kasvet ve baş ağrısı…
Sonsuz bir gece, son bir zaman daha var önümde,
İçinde ben, ama bir ben... Yapayalnız.

Salı, Nisan 06, 2010

Americana Exotica

Olur ya, hayat bir an olsun durur ya,
İki saniye arasında fısılda,
Hayalim americana exotica,
Ve sen, aşkım kelebek kanatlarında,

Ve sustum gözlerinde, konuşamadım,
Söyleyemediğim her söz kalp atışım,
Ve ismin dilime dolandı, utandım,
Cesaretim yoksa, gelsin akşamım,

Nefessiz

Attı kendini en kelimesiz gövdelerden dışarı,
Havada sis, havada pus.
Bu havaları sevdi yıllardır; güneşten kaçtı, kaçtıkça yakalandı,
Attı kendini son hesaplaşmasında; tepe taklak etti bir dünyayı.

Neden sonra duruldu; zamanı boğum boğum edip oturdu havada,
Altıncı kat mesafesinde, martı kanatlarını tutmayı denedi; beyaz avizelerdi kanatlarca...
Vazgeçti ölmekten; durdu düşündü.
Zira bir şey de bulamadı.

Tırmandı görünmez merdivenleri; ihtiyatlıydı.
Kendi balkonuna dek sürdü yolculuk; ter içinde, soluk soluğa.
Çekti sandalyeyi oturdu.
Sis yoğunlaştıkça kıstı gözlerini; bir şey arıyordu arkasında sislerin,

Yerin ve göğün sahiplerine seslendi; cevap alamadı.
Sisi nefesiyle dağıttı; ardında bir şey göremedi,
Canı sıkılmıştı; ölmek bile istemedi,
Ve uyudu teninden kanı söküp mermere dönünceye dek...

Cuma, Şubat 26, 2010

Bölüm III - Ruh Arıtma Sistemi

Mavi bir defter sanmıştım; kabına hiç bakmamıştım. Kırmızıymış, alev alev… Uzun zaman oldu. Anılar birbirine girdi. Artık neyin, ne zaman olduğunu söylemem çok zor. Belki bazıları hiç olmadı; sadece hayallerimden ibarettiler. Emin olamıyorum. Çok zor bir andayım. Ansızın parıltılar görüyor, irkiliyorum. Her parlak ışık beni biraz daha geçmişe sürüklüyor. Unutulmuş sabahlara geri dönüyorum; yeniden ve yeniden uyanıyorum kararacağını bildiğim günlere. Bile bile sil baştan ölüyorum defalarca.
Burası soğuk. Rüzgar esiyor ama sıcaklığa bir etkisi olmuyor. Esen rüzgar ne kuru ne de nemli; ne ısıtıyor ne üşütüyor. Burası sonsuz bir düzenin parçası… Burası cehennemim. Burası cennetim. Burası arafım. Burası sonum; sonu gelmez bir sona saplanıp kaldım.

Burada zaman ve yer unsurları önemsizleşti. Halbuki yaşarken ne de önemli ayrıntılardı. Kaçırılan bir gün bile olmamalıydı keşmekeşimde. Okul, iş, ev ve dahası… Her yaratılmış, kendi yarattığı ufak evrene boğulmuş bahsettiğim bu ayrıntılarla kendilerini prangalara vurmuşlardı.

İşler değişti burada. Önemli olan varoluş düzleminde basamaklar halinde geriye dönmek; ileriye gittiğini sandığında bile… Burası yolun sonu. Burası mistik bir arıtma merkezine benziyor. Ruhlar yeniden kullanılabilir hale sokuluyor ve dünyaya geri döndürülüyor. Çoğunlukla sahip olduğu her şey silinerek yapılıyor bu işlem. Kararmış ruhlardaki kötülükleri bir bir silmek yerine iyisiyle kötüsüyle toptan silmek daha kolay geliyor sanırım.

Geri dönmeyi reddettim. Kaçtım. Kayboldum. Belki de bu da bir tür arıtma, geri dönüşüm yolu ama emin olamıyorum. Başardığımı sanıyorum. Sürekli geçmişimle yüzleşerek, defalarca aynı anları yaşayarak bitmiş ömrümü canlı tutuyorum zihnimde. Burada ne bir bekçi ne de görevliler var. İşleyişin nasıl devamlılığını koruduğunu hala çözemedim. Ama çözemediğim sistemden kaçtığıma inanmaya başladım iyiden iyiye.

Neden sonra sesi duydum! Bilmediğim ama anladığım bir lisanda beni davet ediyordu. Gelmemi, unutmamı; yeniden başlamamı istiyordu. Teklif ediyordu bana yeni bir başlangıcı; telafi şansı veriyordu.

“Reddediyorum!”

“Neyi?”

“Sonumu…”

“Bir son olduğunu da nereden çıkardın. Sadece unutacaksın; bu kadar. Takılmamalısın ayrıntılara.”

“Unutmayacağım.”

“Unutmak istemediğin ne? Zira buraya gelmeyi isteyen de sendin. Ne sanıyordun? Bir ödül mü buraya gelmek. Boynuna egzotik çiçeklerden bir halka takmamızı mı umuyordun. Çılgın danslar mı hayal ettin; yoksa cennet bahçelerinde yatmayı mı? Söylesene!”

“Hayır. Bunları bir kez yaşadım; bir daha yaşamayı reddediyorum.”

“Daha önce de yaşadın defalarca.”

“Umrumda değil. Geçmişimi kabulleniyorum. Sahip olduğum acıları da mutluluklarım kadar sahipleniyorum. Ve onlardan vazgeçmeyeceğim. Aklımdakileri benden almanıza itiraz ediyorum. İrademle size karşı geliyorum. Rızam gerek; ama vermeyeceğim bu hakkı size.”

“Burada bir son yok! Seni terk edersek sahip olduğun acıları çekebilmek için bize yalvarırsın. Zamanın mantığı unutmaktan geçer. Sen hatırlamaktan yanasın. Ne kadar dayanabilirsin ki?”

“Daha ne kadar silip zihnimi yollayacaksınız bilinmez bedenlerle dünyaya beni?”

“Milyonlarca kez!”

“Kıyamet?”

“O farklı bir durum; anlayabileceğini sanmıyoruz. Ama olağan bir yeniden başlatma işlemi olarak düşünebilirsin. Sistem kendini yenilemeye ihtiyaç duyuyor bazen.”

“Umrumda değil. Git başkalarına anlat derdini. Yüzünü bile göremedim. Kimsin?”

“Nesin demeliydin!”

“Ne?”

“Anlamanı da beklemiyordum zaten. Bir ruh o kadar da önemli değil zaten; kaybedilmesi göze alınabilir bir varlıksın.”

“Kaybet o zaman beni!”

“Öyle olsun genç adam; yardım etmeyeceksin demek bana!”

“Sen! Sen o yaşlı adamsın! Ne işin var burada?”

“Benim işim zaten burada genç adam! Unut gitsin!”

Kahkahalar eşliğinde ses uzaklaştı. Boğulurcasına gülüyordu. Ve son söylediklerini kesik kesik tekrarlıyordu. Unutmam bu kadar önemliydi demek. Kaybedilebilirmişim; öyle dedi. O zaman neden benimle bu kadar zaman harcasın? Bir şeyler olmalı bende. Sahip olduğum bir şeyi elde etmek için olmalı. Vazgeçmeyeceğim. Ve yeniden yaşayacağım her anımı. Hatırlayana dek en ufak ayrıntılarımı. Ve tekrarlayacağım en önemsiz anlarıma dek; unutmayacağım. Her anımı özümseyeceğim.

Gördüm.

Anladım.

Zaman herkes için bir ayrı unsurmuş; herkesin zamanının bir sonu varmış. Bunu gördüm. Benim zamanım hangi yaşanmışlığımla bitti onu anımsamaya çalışıyorum. Sanıyorum ki ölüm anı yakın geçmişimi paramparça etti. Uzak geçmiş ise bu soğuk andan kendini korudu. Çünkü geçmişim iyisiyle kötüsüyle kabullenilmiş bir sertlikteydi. Bütün pişmanlıklarımı, acılarımı, beklentilerimi, mutluluklarımı, aşklarımı, aldanışlarımı hatırlıyorum ve dahasını… Ama onları defalarca yaşarsam ölüm anıma ulaşabileceğimi hissediyorum. Ve işte o an geldiğinde unutulmuş hiçbir şey kalmayacak; dolayısıyla da geri dönüşümü, ruh arıtmasını yeneceğim. Öyle görünüyor ki bu benim ölümü yeneceğim anlamına geliyor. Kendimi buna inandırdım.

İnanıyorum.

Reddediyorum.

Perşembe, Şubat 25, 2010

Bölüm II - Bilmediğin Bir Yolu İzlemek ve Uzaklaşmak

“10 lira!”

Sessizlik. Aslında bu sesler içinde oluşan bir sessizlik. İlgilenmediğim seslerin olmadığını farz ederek yarattığım sessizliğim.

“Buyurun. İyi günler.”

“Hayırlı işler. İyi günler.”

Şimdi her yer bana ait. Elimde akbilim; içinde de bir gün için fazlasıyla yeterli param… Ben efendisiyim yeniden şehrin. Arabesk sözler edilecek bir hava ve yalnızım. Daha ne olsun. Saat kaç oldu arayan soran yok. Belki de aramaya aramaya uzaklaştırdım kendimi herkesten ya da talihsizlik; herkesin aynı gün yapacak daha
acil işleri çıkıverdi. Olamaz mı? İhtimaller…

Pierre Loti!

Hedefim belirlendi. Doğru otobüsü bulmalıyım şimdi de. Hiç otobüsle gitmemiştim. Önemli değil; gerekiyorsa kaybolurum. Önemi yok gerçekten. Dolaşmalıyım. Sürekli hareket halinde olursam belki zihnim görüntü kalabalığından uyuşur. Bu da bana dinginlik getirir. Olamaz mı? İhtimalller…

Neden sonra vardım mezarlığa. Teleferik de ihtimaller arasındaydı ama seçmedim. Mezarların içinden yürümek istedim. Bembeyazdı özünde her biri. Ama her ne yana baksam parçalanmış taşlar, tozlanmış mermer ve de koyu lekeler görüyordum.

Öyle alelade bir anındaydım hayatın. Ne benim için dünya dururdu ne de yıldızlar yalnız bana yol açmak için bulutlara saldırırlardı masmavi ışıltılarıyla. Ellerim kıpırtısızdı; yürürken hareket etmiyorlardı. Lermontov’un dediği kişilerden biriydim artık sanırım.

“Hey, genç adam! Yardım eder misin?”

Bir an sesin nereden geldiğini anlayamadım. Kesin bir dilencidir dedim sonra da. Adımlarımı hızlandırdım. Uzaklaşmak istiyordum ondan ve rahatsız edici sesinden. Bu kadar da boşlukta değildim. Yokuş yukarı yürümek terletmişti; hızlanmıştım ya bir
de, sırtım buz gibi olmuştu rüzgarı da yiyince.

Herkesin bir Flitcroft anı vardır; ya fark etmezler ve yaşamlarına aynı olağanlıklarınca devam ederler ya da sil baştan derler. Ben kendi kırılma anımı
tattım o anda;

“Hey, sen!”

Önümde dikiliyordu yaşlı adam. Bastona sıkı sıkıya tutunmuş, yaslanmıştı. Bu şekilde, bu titremeyle ayakta duruyor olması bile başlı başına bir mucizeydi.

“Efendim?”

“Yardım etmeyecek misin?”

“Hayır!”

Yanından ve de mümkün olduğunca uzağından geçip ilerlemek istedim. Ama kendisinden beklenmeyecek bir hızla kolumdan yakaladı beni. Eli yanıyordu; kolumsa donmuştu.

“Ne yaptığını sanıyorsun? Çek elini!”

“Yardım etmen gerek bana!”

“Acelem var!”

“Yok acelen filan; bana hikaye anlatma.”

“Sana bir şey ispatlamaya mecbur değilim. Çek şu elini.”

“Peki, genç adam!”

Elini çekti. Şimdi de soğuktan titremeye başlamış kolum aşırı ısınmıştı. Yanıyordu. Koşarak uzaklaştım. Bir an olsun dönmedim. Ona bir kez daha bakmadan yolu tükettim.

Ezan sesiyle irkildim. Sanki hoca sol kulağıma okuyordu. Yere kapaklandım. Gözlerim kızardı; yaşlar boşaldı bir bir…

Bölüm I - İpin Ucunda Nefes Nefese Kelimeler

Birazdan arkamdaki pencere pervazından kendimi boşluğa bırakacağım. Büyük ihtimal öleceğim ki ben de bunu istiyorum. Belki sakat kalırım; ötenazi isterim o ihtimalde de. İsviçre’ye ölüm seyahati yaparım; zaten görmek de istemiştim. Havalar da ısınıyordur oralarda; belki birkaç gün hastanenin camından yağan karı izlerim. Gideceğim yerde bir daha görebileceğimi sanmıyorum. Ama gitmem gerek. Bir an daha duramam burada.

Hikâye yazmayı sevdim aslında. Ama bir değeri yok ki. Tekrar okuyamıyorum bile; okuma isteğim de günden güne söndü. Ya sevdiğim yazarlar öldü ya da ölmüş yazarları sevdim; okuyacak bir şey kalmamıştı. Yazmaya başladım. Kendim için, bencilce… Başka bir şeyi de umursamıyordum. Sonra dalgaların hırçın sesleri geldi; ben kendimden de kaçıyorken neye yarardım ki artık. Ama bir şeye yararlı olmak mıydı ki yaşamanın esprisi? Hayır, fazlası da olmalıydı. Ben fazlasını ararken kayboldum. Ya hatalı üretimdim ya da hata raporu vermiş olandım. Önemli değil; cesur olup çıkma zamanı gelmiş işte oyundan. En iyi bildiğim şekilde olmalıydı ama gidişim. Son bir hikâye yazmalıydım. Ama ne yeri ne de zamanı şimdi; bu geçmişe akan bir hayat hikâyesi. Morgda ayrı bitiyor, doğumhanede ayrı…

İki sonum var; kim bilir, kim bilebilirdi ki bunu?

İlk sonumda ağlıyordum. Hatırlayamıyorum ama muhtemelen çığlıklar atıyordum; hiç değilse bana öyle anlatıldı. İkincisinde susacağım. Küskün gidiyorum. Onurlu bir mücadelenin onursuz ve de cesur sonu olmalı bu.

Telefonum çalıyor.

Açmalı mıyım? Belki de o en büyük filmlerin sonlarındaki gibi kırıp parçalamalı ya da bir çöp tenekesine atmalıyım. Ne de hoşuma giderdi aslında. Yapamıyorum ama. Açmak istiyorum. Son kez iyilik yapmak beni kaç kat yerin dibinden çıkarır hesaplayamadım ama… Ama açacağım birkaç kez daha lütfedip çalarsa.

“Efendim?”

“Nasılsın?”

“Pardon, tanıyamadım…”

“Üzgünüm, uzun zamandır aramıyordum. Yeni döndüm.“

“Leyla? Sen misin gerçekten?”

“Tanımayacaksın diye korkmadım değil bir an. Neden bu kadar şaşırdın ki? Her yıl mart sonu gibi gelirim İstanbul’a. Unutmadın değil mi?”

“Unutmadım tabii ama…”

“Neyse, mutlaka yine o hikâyelerinden birine gömülmüşsündür ya da şu bir türlü okuyamadığım kitaplardan birini okuyorsundur. Gerçek hayata dönme zamanın. Yarın akşam benimle birlikte olacaksın. Sevgilimle geldim. Bu kez ciddi. Tanışmanızı istiyorum.”

“Üzgünüm ama…”

“Üzülme! Geliyorsun!”

“Gerçekten önemli bir işim var ama.”

“Bu daha önemli… Hayatında biri var mı? Bildiğim kadarıyla hayır. Altı ay kadardır konuşmuyor olmamız beni bir kâhin yapmaz değil mi?”

“Şüphelenmiyor değilim.”

“Her neyse… Yarın sekizde seni evden alırım. Takım filan da giyinme; çok ciddileşmeni istemiyorum. Spor bir ceket giy; kot filan işte. Ayarlarsın bir şeyler artık.”

“Dur biraz. Ne dediğimi duymuyor musun?”

“Hayatımın en önemli günü belki de. Ve senin yanımda olmanı istemem de doğal. Neden deme sakın! Yarın akşama sürpriz!”

Ve telefon kapandı. Benim de hayatımın en önemli günü diyemedim. Bundan sonraki hayatımın ilk günü olmasını tasarladığımı söyleyemedim.

Pazartesi, Ocak 25, 2010

Müzik Uğruna

Merdiven’de

Yazılmaya değecek bir hikaye aradım bunca yıl; oysa ki gözlerimin önüne bakmam yetermiş, fark edemedim. Kar alabildiğine hızlı yağıyordu. O; pencere pervazında, eli yanağında, düşüncelere dalmış uzaklara bakıyordu. Karın yağdığından bile haberdar olmayabilirdi. Avizesiz bir lambadan yayılan güçsüz ışık, odanın kasvetine gölgelerle eşlik ediyordu. Hala bekliyordu.

Giden gitmiştir bir kere; ne desen, ne yapsan boş. Hatırladıklarınla yalnızsındır artık. Şarkılardır artık sevgilinin kayıp sesi. Uzaklarda; o da gökyüzüne bakar dersin, bir heyecanla onun da baktığı yıldızı seçersin. Sanarsın ki masallar böylece gerçek oluyor. Sanarsın durmadan... Defalarca kapanmayan yaralar açarsın gözlerinde. Artık ne uyku girer ne de huzur; bitirmişsindir kendini. Yatağının bir yanı derli toplu bekler onu; kalbinin tamamı… Gelmez, bilsen de kendine söyleyemezsin gelmeyecek diye; belki desen… Desen senin sonun olur; bunu çok iyi bilirsin. Yokluğunda seni hayatta tutan onun geleceğine dair inancındır. O da sönerse rüzgarla; sen de savrulursun bilinmez yarınlara.

“Kırıştığını görmek istiyorum teninin.”, demişti. Hatırlıyorsun. Çok uzun zaman geçmemiş gibi hem de. Bugün yine o parka gitmedin; düşünmek yetiyor mu ki? Ağır adımlarla ilerliyorsun. Yerlerde izleriniz kalmış. Siyah çizgiye bakıyorsun… Ve diğer renklere; onlar seni geçmişte söylediklerinle yüzleştiriyor:

“Bu beyaz karoları görüyor musun? Onlar biziz. Etrafımızda kırmızılar var ya, onlar da şehvetimiz. Ama bak aramıza; upuzun, simsiyah bir çizgi var. O da zorunluluklar.”

Halbuki sevmiştin, yalan değildi. Kim bilir nerede şimdi? Hiç haber alamadın yıllardır. Ondan, kırmızı yanaklarından… Özlüyor musun hala? Bu ona dair bir bekleyiş mi? Bilmiyorsun ki sen de.

O sene güzel başlamıştı. Kış geç gelmişti ama ortalığı bembeyaz etmişti. Soğuktu hava; birdenbire soğumuştu. Titreyerek giderdin yanına; şapkan hep kafanda. Oysa yanıyordu sanki; hiç şapka takmamıştı yanında. Oysa sen…

Bir kitapçıda tanışmıştınız. Onun hangi kitaba baktığını hatırlamıyorsun ilkin. Sonra sen ona bir kitap tavsiye edince nezaketen o da sana beğendiği bir kitaptan söz etmişti. Neydi kitabın adı şimdi hatırlayamıyorsun. Otuz yıl! Tam otuz yıl geçmiş olmasına rağmen o kitabı hala okumadın; vicdanen rahat değilsin. Yükümlülüklerini yerine getiremedin. Neydi o kitabın adı…

Sigara içiyordu. Sigara kokuyordu. Öpüşmelerinizden iğrenmiştin başta; sigara kokusunu sevmiyordun. Neden sonra sigara kokusunu tanıdın; sonra da onun sigarasının kokusunu… Nihayetinde onun kokusunu buldun, taşıdın, tanıdın… O koku geliyor bazı günler burnuna; o geldi sanıyorsun. Yanılsamalar…

Sen kendini aldatmayı çok seviyorsun.

O kitap raflarının arasında bir süre konuşuyorsunuz. Yetmiyor sana; daha da tanımak istiyorsun, burada bırakıp gidemezsin. Ona soruyorsun zamanı olup olmadığını bir yerlerde bir şeyler içmeye. Belli belirsiz seni süzüyor; biraz düşündükten sonra pek de istemiyormuş havasında kabul ediyor. Ama hissediyorsun, o da seni istiyor.

O seçiyor yeri; kıpkırmızı bir yer. Normalde olsa nargile söylersin; o anda söylemiyorsun, çay istiyorsun yalnız. Kendindeki kötü yanları gizler gibi… Neden peki? Çok mu hoşlandın ondan? Saçlarına bakıyorsun; sarıya dönük bir açık kahve, omuzlarına dökülüyor. Bembeyaz bir yüzü var; heyecanını gizleyemiyor yanakları, kıpkırmızı oluveriyorlar. İlkin bir şey demiyorsun, sonraları epey takılacaksın bu özelliğine; kırmızı yanak diyeceksin, yanılıyor muyum? Havadan sudan konuşuyorsunuz. Birbirinizi tanımaya çalışıyorsunuz. İkiniz de yazıyorsunuz. Yazılarınızdan, ilham veren hallerden bahsediyorsunuz. Sonra konu eski sevgililere geliyor; sen duraksıyorsun. Hatırlamak istemiyor musun; hatırlamaktan, telefonlara sarılmaktan mı korkuyorsun? Yüzün hiçbir şeyi belli etmiyor. Ölü gibi bakışların. Duygusuzsun. O da ileride sana böyle diyecek; senin kadar duygusuzunu da görmedim. Ama diyecek, an geliyor dünyanın en romantik adamı oluyorsun. Bir de sana koca adam derdi, unutmamışsındır. Gülerdiniz. Siz beraberken gülmeyi çok severdiniz. Sense şimdi yıllardır gülmemiş gibi bakıyorsun pencereden.

Bana ne zaman anlatmaya başlamıştın hatırlamıyorum. Ama sen anlattıktan sonra bütün o sokakları en baştan yürüdüm. O merdivenleri buldum; kimisi senin sevdiğin gizli saklı olanlar, kimisi de onun aşık olduğu sahile bakanlar. Hepsi yerli yerinde, anılarınız fısıldadı bana. Merak etme. Sonra o gün, o merdivene gidişiniz var bir de… Sen onu bir apartman kenarında kıstırıyorsun; öpmeye çalışıyorsun. O surat asıyor; kendini senden kurtarıyor. Sen afallıyorsun; şimdi arkasını dönüp gidecek diyorsun, gitmiyor. Koluna giriyor. Şaşırıyorsun. Sen belki de gider diye yapmıştın bunları; belki de seveceğini hissetmiş de kaçmak için, onu kendinden kaçırmak için çabalamıştın. O gitmiyor.

On yedi gün beraber oluyorsunuz. Bir gün bile aksatmadan… Bağımlılık oluyor birliktelik ikinizde de; bıkmıyorsunuz da… Sen geceleri ona yazıyorsun; iki mektup yazmıştın. Ne de hevesliydin…

Şimdi yok yanında. Şimdi kimse yok yanında. Büyük hayaller kurmuştun; şimdi yok yanında. Bana da anlatmadın on sekizinci günü. Merak etmiyor değilim. Ondan seni izliyorum; sanki on sekizinci günü yeni baştan yaşıyorsun. Sanki on sekizinci günde sen evden hiç çıkmamışsın. Sanki onu yalnız bırakmışsın. Siz bir yılı neredeyse on yedi güne sığdırmışsınız. Bıktın mı, kim bilir? Ama şu halini görmen gerek; bu pişmanlık değil, başka bir şey… Daha önce kimsede görmediğim bir haldesin. Paramparça olmuşsun. Sanki o, senin sokağa gelecek gibi köşebaşına takılmış gözlerin. Her anın fotoğrafını çekiyorsun.

Ben de seni izliyorum. O ışığı gözlerinde görmek istiyorum. Hiç sokağa çıkmadan bir ömür bir sokağı izleyişinin perdesini aralamak istiyorum. On sekizinci günde ne oldu… Görmek istiyorum.

İyi yazılmamış sonlu hikayelerden biri bu. Bilmediğim bir hikayeydi. Dinlediğim kadarını yazabilirdim. Hala izliyorum diyemem. Şimdi sen bir mezar taşı… O mu? Onu zaten ben hiç görmedim. Ne fotoğraflarda, ne mektuplarda… Bazen o hiç olmadı diyesim geliyor; ama hayır. Ben sana, sözlerine ve söylerken ses tonunda parlayan alevlere inanıyorum. O’nun var olduğuna inanıyorum. Bir gün gelip de seni sorduğunda o günü bana anlatacak.

Kelimeler sürüklensin diye bıraktım bu gece. Sen onu bir kitapçıda tanıdın. O kitabın adını söyleyemeden de gittin. Otuz yıl… Okumadığına hala inanamıyorum. Ama beni kandırdığın ortada; odanda bir kitap buldum, yastığının altında. Beni affet.

Müzik Uğruna.

Derin Mavi'ye Yolculuk

Temmuz Sancısı

Senden bizim adımıza bir ay seçmeni istiyorum; o kadar. Gerisini bana bırakmanı rica ediyorum. Yaşayamadığımız bütün bir hayatı oradan başlayıp kaleme alacağım; hayallerin, hayallerim… Biz bakışlarımızla kısa zamanlara çok büyük sığınaklar kurduk, biz seninle denedik. Ama biz yanlış yerde, yanlış zamanda tanıştık. Biz çok farklı olabilirdik; beş sene sonra çıkmanı isterdim karşıma, o zaman inanırdın bana. Ve dahi, bana gelene dek daha fazla acı çekmeni isterdim; ne kadar huzurlu bir liman olduğumu anlaman için. İşte ben o kadar delicesine sevdim ki göze alıyordum sana acı çektirmeyi bile. Ve ben; son liman… Geldiğinde kendimi paramparça ederdim ki bu kıyı son durağın olsun. İstemesen bile, tek çaren ben olayım. Ben, bencilce sevdim seni. Masmavi bakmanı özledim; her yağmurda gökyüzüne utangaç bakışlar atıp seni aradım. Gözlüklerim sudan sırılsıklam olunca da çıkarıp sisli bir yağmura daldım; her defasında aradım, bazen bulduğumu sansam da hep yalnız kaldım.

Hangi yıl, hangi saat kimin umurunda; sen geliyordun, ben bekliyordum. Dalgalar; beyaz dudaklarında duyamadığım binlerce kelimeyle bana sesleniyorlar. Ki senden gelmekte bu sözler; sevmek anlamaktır. Bazen dünyayı duyduğumu hissediyorum kalp atışında ve bazen gözlerine dalıp geçmişe dönüyorum; pişmanlık, kırık hayaller ve iyi yazılmamış sonlar. Temmuzu seçtin sen. Neden demeyeceğimi zaten biliyorsun. Biz başkalarına anlamsız gelen sözlerimize soru işaretlerini koymadık hiç. Anlamadığımızda bile… Çünkü anlatmak öldürmektir dedik içten içe, sanrılarımız bize eşlik ederken. Sen hiç duymadığım bir dilde konuşuyordun sanki o gün; hani anlamasan ne olur dersin ya, o bakışları, o tavırları görebildikten sonra. Ve bizim için anlamak bir süreçti; birbirimizi, kendimizi bulurken içinden defalarca geçtiğimiz. Ve biz o yolda kaç kez kaybolduk, kaç ölümle yüz yüze geldik. Bizi seninle ayıran uzun zaman dilimlerine lafım yok. Telefonun rehberimde ama aramadım. Bugün sen telefonumu isteyinceye kadar bunun iki taraflı bir günah olduğunu söyleyip, avuttum kendimi. Silmiş miydin beni rehberinden, kaybetmiş miydin? Şimdi ya suç sende ya da bende ağırlaşacak. Bir suçlu mu arıyorum? Bir suç olarak mı görüyorum bu yalnızlıkları…

Aklım başımdan gitti bir tek satır yazınla; Geçen gün yazılarını okudum, hepsini. Durdum, bir şey söyleyemedim. Neden sonra konuşmaya, yazmaya başladım;

Neden? Hepsini mi?

Evet. Ve bir şiir gördüm; ilk defa bu kadar etkilendim. Bunlar benim sana söylediklerimdi.

Evet. Sana yazdığım, seninle yazdığım bir şiir. Özür dilerim, biraz hırsızlık bu.

Hayır, dileme özür filan. Çok hoşuma gitti.

Aramıza bir süre sessizlik girdi. Bir süre öyle sessiz kaldık ki zaman durdu sandık. Belki tek istediğimiz buydu bu hayatta; zamanı durdurabilmek. Biz akan zamanda yol alamadık. Bizim tek eksiğimiz buydu. Bir an böyle kurdum işte; seni de bu hayalime ortak oldun sandım. Sen sonra devam ettin konuşmaya o güzelim sesinle. Belki de bir nefes bile ara vermedin konuşmaya, ben öyle sandım.

Görüşmeliyiz bence.

Bence de. Kesinlikle görüşmeliyiz.

Neden yazmıyorsun peki artık?

Korkuyorum. Değiştiğimden, eskisi gibi yazamayacağımdan… Ve en çok da hayallerimdeki yazılarımdan çok uzak, silik kalacaklarından…

Hayır. Böyle söyleme. Yazmalısın; hemen şimdi!

Belki de haklısın.

Şimdi çıkıyorum, ama telefonunu ver. Ve ne zaman görüşeceğimizi söyle.

İşte telefonumu verdiğim, salı gününe sözleştiğim an böyleydi. Yine uzun bir aradan sonra mavilere bırakıyordum kendimi; iki mavi derin gözbebeği… Ve yine beni tetikliyordu; yine teşvik ediyordu. Her şey böyle başladı; bir sancı mıydı yoksa masal mı göremiyordum.

Şubat’a Doğru

Hangi gündü en son seni gördüğüm, inan hatırlamıyorum. Uzun zaman geçti, hak vermelisin bana. Ya sen, ara ara yazdın sen de. Ama aksine hiç ben yazmadım; hep sen yazdın. Hep ben cevapladım. Belki kalbim kırılmıştı, belki umutlarım… Bunu şimdi söylemek çok zor… Biraz zaman geçsin dedim, belki de. Ayarını tutturamadığım aylara yenik düştüm. Ve artık sabahları denizde yolculuk ediyorum; deniz otobüsleri… Vapur değil belki ama bana seni hatırlatmaya yeterli. Etrafıma bakamıyorum oturduğum koltuktan; sanki herkes sen. Ben; gözlerini cama dikmiş, kabaran dalgaları izleyen ben… Ve sen; gözlerinde kim bilir ne hayaller, ne hikâyeler…

Belki de en zoru bu hikâyeyi yazmaktı.

O şiiri hatırlıyorum; ezberimde kaldığınca yazacağım. Bir gece yarısından sonraydı, yine bu masa, yine bu sandalye… Ama yazarsam anlatamam. Kelimelerimi çalıyor kısacık şiirler; beni mahvediyorlar. Belki de çoktan noktayı koymak gerekiyordu.

Elimde yüzyılların yadigârı eski bir kalem olmalıydı; parşömenlere yazmalıydım. Sonra yakmalıydım; yakabilmeliydim kendimi, anılarımı, seni… Sesini ateşte duyabilmeliydim. Nefret mi sardı içimi, neden hiç haberim olmadı bunca zaman?

Seni tanımak dedin,
Vapurda mide bulantısı gibi,
Ama şikâyet etmiyorum,
Garip, hoşuma gidiyor…

Ya seni tanımak,
Yağmur damlası,
Uykuda bir rüyaya âşık olup,
Ertesi gün sokakta onu bulmak gibi…


Bazen söylenecek söz kalmamıştır. Bazen susmak ister insan. Eğer seninle olabilseydim susardım. Konuşmak kaybedenlere mahsus… Yazmaksa… Onu ben de bilmiyorum; bunu bir yazı olarak görme, kendimle konuşmam sadece. Seninle bu kadar rahat konuşamazdım; yakın hissetmediğimden değil, fazla yakın hissettiğimden.

Şimdi bir şeyler yazmaya başlamanın tam sırası. Hatırlıyor musun köprüyü? O kitabı, o seni çok etkileyen kitabı okudum. Muayenehaneye gidişini hatırlıyorum. Keman seslerini dinleyişini de diğerinin. Sonunda intiharını da hatırlıyorum. Ama gururundan dönmeyişi var ki onu unutamıyorum.
Hâlbuki ne çok sevmişlerdi.

Biraz zaman geçsin, bekle diyorum kendime.



Cumartesi, Ocak 09, 2010

Merdiven Kaldı Aklımda

Bir sabah istedim,
Bembeyaz olsun, güneş dahi doğmaya tereddüt etsin,
Bir akşam istedim,
Bir tek yıldız olsun, öyle silik bir yıldız...
Bir sen gör, ben göreyim bir de...
Balkonumdan da görünsün, havalar soğudu,

Kalan ne varsa elimde, attım sokağa,
Ne varsa, ne kaldıysa...
Ellerimde geçmiş günlerin pası,
Yıkamak için yaşamak lazımdı,
Yeni bir nefes almak,
Yeniden bir americana exotica...

Düşüyorum sandım bir an,
Sonu gelmez bir uçurumdu hayal ettiğim,
Zira yemyeşil dallar çevreliyordu haykıran gölgemi,
Ve kuşlar, rengarenk...
Ve bulutlar...
O an düşüşüm bitmesin istedim kalbime inat,

Günaydın desem,
Sabah gelmiş ama yalnızlığımı da getirmiş, sessizce...
Bir gün başlasa içinde ben olmasam
Bir gün başlasa içinde sen olmasan
Zaman ellerini çek artık üzerimden
Yoruldum...

Neden sonra karardı dört bir yanım,
Sesler kesildi,
Rüzgar duruldu,
Bir tek ışık dahi kalmadı...
Korktum, kendimi gelen sona hazır hissedemedim,
Oysa ki...

Biraz zaman geçsin, geçmeliydi,
Sustum,
Bilmediğim zemine oturdum,
Bekledim,
Yeşil bir hayal kurdum, mavi bir son...
Kırmızı bir tebessüm...

Anlamsızlaşıyor aklımdan geçenler,
Gözümde sönüyor anılar,
Aklım almıyor, yaşantılar kıvranıyor,
Göremedikçe yitiriyorum,
Sessiz çığlıklar,
Sessiz dualar...

Bir gün istiyorum elinde o şiirle dikilmiş karşıma,
Bir sel istiyorum masmavi, rüzgarıyla...
Bir ten ki kırmızısıyla, alevden hareler içinde,
Bir tenha, bir kuytu, bir karanlık...
Bir tek an kaldı aklımda onca yılın ardından,
Merdivenin başında...

Biraz susuzluk dilimde, dudaklarımda,
Sessiz bakışlar kaldı aklımda,
Verilmiş bir sır, ölesiye saklanmış,
Sıcak bir gülümsemeye hapsolmuş,
Kırmızı mumu eritip mühürlemiş bir el onu,
Ki sevgilinin tenini okşar gibi özenle...

Karanlık yıldızlar görünür olmuş,
Ve evren...
Karanlığını açmış,
Gözler inanamamış,
Gerçeğe şüphe düşmüş,
Bir kalp ilk kez o anda atmış, attığının farkına varmış.

Dünde Bıraktıklarım

Nexus

İstanbul, Türkiye
Söyleceklerim olmaya devam ettikçe burada olacağım.