Perşembe, Şubat 25, 2010

Bölüm I - İpin Ucunda Nefes Nefese Kelimeler

Birazdan arkamdaki pencere pervazından kendimi boşluğa bırakacağım. Büyük ihtimal öleceğim ki ben de bunu istiyorum. Belki sakat kalırım; ötenazi isterim o ihtimalde de. İsviçre’ye ölüm seyahati yaparım; zaten görmek de istemiştim. Havalar da ısınıyordur oralarda; belki birkaç gün hastanenin camından yağan karı izlerim. Gideceğim yerde bir daha görebileceğimi sanmıyorum. Ama gitmem gerek. Bir an daha duramam burada.

Hikâye yazmayı sevdim aslında. Ama bir değeri yok ki. Tekrar okuyamıyorum bile; okuma isteğim de günden güne söndü. Ya sevdiğim yazarlar öldü ya da ölmüş yazarları sevdim; okuyacak bir şey kalmamıştı. Yazmaya başladım. Kendim için, bencilce… Başka bir şeyi de umursamıyordum. Sonra dalgaların hırçın sesleri geldi; ben kendimden de kaçıyorken neye yarardım ki artık. Ama bir şeye yararlı olmak mıydı ki yaşamanın esprisi? Hayır, fazlası da olmalıydı. Ben fazlasını ararken kayboldum. Ya hatalı üretimdim ya da hata raporu vermiş olandım. Önemli değil; cesur olup çıkma zamanı gelmiş işte oyundan. En iyi bildiğim şekilde olmalıydı ama gidişim. Son bir hikâye yazmalıydım. Ama ne yeri ne de zamanı şimdi; bu geçmişe akan bir hayat hikâyesi. Morgda ayrı bitiyor, doğumhanede ayrı…

İki sonum var; kim bilir, kim bilebilirdi ki bunu?

İlk sonumda ağlıyordum. Hatırlayamıyorum ama muhtemelen çığlıklar atıyordum; hiç değilse bana öyle anlatıldı. İkincisinde susacağım. Küskün gidiyorum. Onurlu bir mücadelenin onursuz ve de cesur sonu olmalı bu.

Telefonum çalıyor.

Açmalı mıyım? Belki de o en büyük filmlerin sonlarındaki gibi kırıp parçalamalı ya da bir çöp tenekesine atmalıyım. Ne de hoşuma giderdi aslında. Yapamıyorum ama. Açmak istiyorum. Son kez iyilik yapmak beni kaç kat yerin dibinden çıkarır hesaplayamadım ama… Ama açacağım birkaç kez daha lütfedip çalarsa.

“Efendim?”

“Nasılsın?”

“Pardon, tanıyamadım…”

“Üzgünüm, uzun zamandır aramıyordum. Yeni döndüm.“

“Leyla? Sen misin gerçekten?”

“Tanımayacaksın diye korkmadım değil bir an. Neden bu kadar şaşırdın ki? Her yıl mart sonu gibi gelirim İstanbul’a. Unutmadın değil mi?”

“Unutmadım tabii ama…”

“Neyse, mutlaka yine o hikâyelerinden birine gömülmüşsündür ya da şu bir türlü okuyamadığım kitaplardan birini okuyorsundur. Gerçek hayata dönme zamanın. Yarın akşam benimle birlikte olacaksın. Sevgilimle geldim. Bu kez ciddi. Tanışmanızı istiyorum.”

“Üzgünüm ama…”

“Üzülme! Geliyorsun!”

“Gerçekten önemli bir işim var ama.”

“Bu daha önemli… Hayatında biri var mı? Bildiğim kadarıyla hayır. Altı ay kadardır konuşmuyor olmamız beni bir kâhin yapmaz değil mi?”

“Şüphelenmiyor değilim.”

“Her neyse… Yarın sekizde seni evden alırım. Takım filan da giyinme; çok ciddileşmeni istemiyorum. Spor bir ceket giy; kot filan işte. Ayarlarsın bir şeyler artık.”

“Dur biraz. Ne dediğimi duymuyor musun?”

“Hayatımın en önemli günü belki de. Ve senin yanımda olmanı istemem de doğal. Neden deme sakın! Yarın akşama sürpriz!”

Ve telefon kapandı. Benim de hayatımın en önemli günü diyemedim. Bundan sonraki hayatımın ilk günü olmasını tasarladığımı söyleyemedim.

Hiç yorum yok:

Nexus

İstanbul, Türkiye
Söyleceklerim olmaya devam ettikçe burada olacağım.