Gece tüm kasvetiyle üzerime kapaklandı. Yapacak hiçbir şey yok. Çok zayıfım, geceye karşı kollarımda derman kalmıyor, savaşlarımdan her daim yenik ayrılacağımdan ne yazık ki haberdarım. Koşmak istiyorum, içimde anlayamadığım bir güç patlaması var, derim yanıyor, kanım olması gerekenden çok daha sıcak, delicesine bir koşma arzusu içindeyim. Hastayım; soğuk algınlığı. Üşüyorum, ardı sıra sıcaklıyor, terlemeye başlıyorum. Anlayamıyorum bazen bana neler oluyor. Boğazımda tarif edilmesi epey bir zorlayıcı ağrı, acı demeti, konuşmamın önüne aşılması zor barikatlar kuruyor. Kafamda her zamankinden dahi çok düşünceler dolaşmakta. Garip, oldukça garip düşüncelere rast geliyorum yer yer. Acım büyük, dayanamıyorum artık.
Lakin ruhumda kopan fırtınalardan kaçıyor, kendime huzurlu, sessiz, kuru bir sığınak keşfediyorum. Yeni bir kitabın sayfalarında seyrediyorum hayatı...
Ne kadar zaman oldu bu durakta durmaktayım bilmiyorum, doğruluyor, etrafımı süzüyorum. Sabaha az kalmış. Ev sessiz. Üşüme geliyor. Uzun zaman oluyor ki bir kitabı böylesine yercesine okumamıştım.
Geliyor, hissetmek zor değil, geldiğini her zerremde hissediyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Artık bu acılara göğüs germekten sıkıldım. Basit bir hayat istiyorum. Belki de bir salağın gözlerinden dertsiz tasasız bir hayatı yaşamak istiyorum. Bilmek en kötüsü, bildikçe baş ağrıların artmak için sebep buluyor.
Anladığınızın farkındayım, hikayem birazdan geçmişten dalgalanarak yeni bir yolda ilerlemeye devam edecek. Belki de yanılıyorsunuz, olamaz mı... Olur, klavye benim önümde, ne kadar mürekkeple kağıdın birlikte oluşturdukları ahengin hayranı olsam da olmuyor, bu hikayeyi yazmak için bu yolu uygun buluyorum. Neden? Niçin? Bana bu sorularla gelmeyin.
İçmek için ne kadar da derinden gelen bir istek duyduğumu tahmin edemezsiniz. Ama çare olmuyor ki, anlık unutuşlarla bu hediyeyi çarçur etmekten yana değilim. Lakin içmek istiyorum, belki de gerilmiş sinirlerimi biraz olsun rahatlatacağını umuyorum. Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Neden inandırıcılık katmaya çalıştığımı da bilmiyorum aksine buna ihtiyacım da yok, umuyorum ki bu satırları yazıldıklarından çok daha kısa bir süre içerisinde yok edeceğim, yakmakla, yırtmakla uğraşmama gerek olmayacak, tek bir tuş beni tüm bu zahmetlerden kurtaracak, ama tadına varabilmek için bunlara da ihtiyaç var, mürekkebin yavaş yavaş kağıtla eriyip kül olmasını seyretmenin ayrı bir tadı var, inkar edemem. Belki de önce yazıcıdan çıkarır sonra silerim ve sonra da çakmağımı bulmaya giderim.
Yazamıyorum. Tıkandım, ellerimden hiçbir şey gelmiyor, anlamsızlaşıyor, silikleşiyor etrafımda ne var ne yok her şey... Ve ben dönüşüyorum. Neye bilmiyorum ama artık ben o eski ben değilim, olmayacak, olamayacağım ne yazık veyahut ne mutlu ki, geçmişe yeni halimle bakmadan bu ayrımı yapamam, değil mi?
Ne istediğimi biliyordum ama ona birden ulaşmak beni korkutmuştu. (III. 236)
Perşembe, Mart 13, 2008
ÖZGÜRLÜK
ÖZGÜRLÜK
Hayat bazen zorluklarla dolu olabilir, bu aşılamaz gibi gelen zorluklar gün gelir sinirleri parçalayan kabuslar siluetinde ruhunun etrafına geçit vermez duvarlar örebilir, ve de zavallı ruhunu, ölmek için henüz çok erkenken bedeninin içlerinde, öldürebilir... Hayat bu, ne olacağını, onun yüzünden nelerin başa geleceği bilinmez.
Hava aydınlık olmalıyıdı. Gökyüzü bunca bulutla kaplanıp içimi sıkan bu hale bürünmemeliydi, henüz öğle saatleri, ne bu karanlık ve kasvet... Bir şeyler mi anlatmaya çalışıyor doğa, ben mi zorluyorum zihnimi, bilmiyorum. Eskiler, doğanın dilinden anlayanlar artık kalmadı. Şimdilerde bir bilimselliktir gidiyor, öyle dolu dizgin bir gidiş ki ardında taş taş üstünde bırakmıyor, öyle bir sel ki ağaçta dal, bedende can bırakmıyor.
Bazen umursamazlık en iyisidir. Umursamaz olmak gerekir, ama rahat bırakmaz vicdanın seni. Bilmemek en iyisidir belki de, o zaman dertsiz, tasasız yaşarsın, olsa olsa en büyük derdin boğazından geçen iki lokma olur, onu da bulursun, çalışmak arzusu varsa içinde illa ki onu bulursun. Umursamazlık! Bir bela mı yoksa tanrıdan bir lütuf mu? İşte bunun üzerine konuşmak gerekir.
Etrafımız insan selleriyle kaplanmış, binlerce zihin, durmuyor sürekli yeni düşünceler peydahlıyorlar. Bazıları, daha doğrusu çokları söyleyemeden gömüyor bu düşünceleri, söyleyenlerse ya kahraman ya hain çıkıyor...
Özgürlük nedir? Bilir misiniz özgürlük nedir? Özgürlük, benim kafamda bir kelimeye sığdıralamayacak, kişisel arzuların tatmin edlişinin sonsuz ufuklarıdır, o ufuklara duvarlar çekilmemeli...
Uzun zaman önce bir adam yaşarmış. Öyle ya basit bir cümle bu, işte bunu yazabilmek özgürlüktür, bunu neyin sayesinde yazabileceğini açıklamaya çalışmak da kendini özgürlüğü tanımlamaya zorlayarak, heba etmektir.
Eğitim çok önemlidir. Bir insanın insan niteliğine kavuşma sürecidir. Evrime inanıyorsanız, hayvandan farkımızdır, ya da başka açıdan tanrısal güzelliğimizdir. Ama nasıl? Ben bu güzel sözleri kafamda tasarladığım ütopyadan çalıyorum, böyle bir sıfatlar topluluğunu hak edecek bir sistem ne yazık ki mevcut değil. Ve dökülen kandan tutun da burkulan yürekler, sızlayan zihinlere, ağlayan gözlere her şey bu eksiklikten ileri gelir...
Ben sadece bir öğrenciyim, eğitimimin orta safhalarındayım, belki boyumdan büyük sözler sarf etmeye kalktım ama bu benim hakkım ve özgürlüğüm. Yaratılırken nasıl eşitsen, yaratılışımızdan sonra da öyle olmalıyız. Başkalarının haklarına tecavüz etmedikçe özgürdür der ya insanoğlu ben bir türlü bunu anlayamadım, anlatılmak isteneni değil, nasıl bir zihniyetin böyle akıl almaz bir düşünce peydahladığını...
Özgürlük özgürlüktür. Sınırlandırılırsa anlamı kalmaz, büyük şairin dediği gibi "yalnızlık paylaşılmaz paylaşılsa yalnızlık olmaz"... İşte özgürlük de kısıtlanmaz, kısıtlanırsa özgürlük olmaz. Günümüz şartlarının el vermediği hayallermiş bunlar, varsın öyle olsunlar ki öylelerse ne büyük şeref bu düşünceleri doğru bulmak. Neden mi uymaz günümüze, pislikler, karanlıklar, gölgeler öylesine sarmış ki çevremizi özgürce nefes almak bile garip gelecek yakında... Her yerde kurallar, üstüme üstüme geliyorlar... Bir de cezalar, kimin yasası bunlar, kimin hukuku, ben doğarken, tüm bunlardan bihaberken, bilmiyorum ister miydim yaşamak bu alemde.
Ama öyle ya milyarlarcasıyla ben de soluk alıp vermekteyim... Onlarda ne farkım var, ölümhanedeyim, ölmeye doğdum, sıramı aldım, bana gelene kadar da sıra zaman katliamı yapıyorum... Bir hayal uğruna mı bir can gitsin, hayaller artık zihinlerden dillere dahi dökülmüyorlar, korkuyorlar mı? Belki de!
Hayatta uygulanabilir güzellikler de kaldı muhakkat, sözümü kesmeme ramak kala bir şeyler daha beliriyor zihnimde... Her ama her şeye dengeli yaklaşmalı, o şey ne olursa olsun ne fazla değer biçmeli ya da vermeli ne de az... Her şey hak ettiğince olmalı, lakin hepimiz beni ademiz, kim verecek bu kararı, boşuna mı demiş ey yüce kişi "bir ben var bende benden içeri...", o zaman ki söz söyleme hakkı vicdanlara düşecektir, insan öyle bir mahlukat ki her hususta yalanlar saçar, aynaya bakarken dili tutulur yalan söyleyemez... Korkar! İşte bu korku da işleri belki biraz yoluna sokar.
Ne kaderci olmak lazım, ne karamsar ne de aptal. Gerçekçilik esastır. Dengeli olmak lazım gelir, sağduyuyu elden bırakmamak, bırak diyenlere de şüpheyle bakmak lazım. Dönülmez akşamın ufundayız, yol önümüzde puslu ve karanlık, bir başımızayız...
Hayat bazen zorluklarla dolu olabilir, bu aşılamaz gibi gelen zorluklar gün gelir sinirleri parçalayan kabuslar siluetinde ruhunun etrafına geçit vermez duvarlar örebilir, ve de zavallı ruhunu, ölmek için henüz çok erkenken bedeninin içlerinde, öldürebilir... Hayat bu, ne olacağını, onun yüzünden nelerin başa geleceği bilinmez.
Hava aydınlık olmalıyıdı. Gökyüzü bunca bulutla kaplanıp içimi sıkan bu hale bürünmemeliydi, henüz öğle saatleri, ne bu karanlık ve kasvet... Bir şeyler mi anlatmaya çalışıyor doğa, ben mi zorluyorum zihnimi, bilmiyorum. Eskiler, doğanın dilinden anlayanlar artık kalmadı. Şimdilerde bir bilimselliktir gidiyor, öyle dolu dizgin bir gidiş ki ardında taş taş üstünde bırakmıyor, öyle bir sel ki ağaçta dal, bedende can bırakmıyor.
Bazen umursamazlık en iyisidir. Umursamaz olmak gerekir, ama rahat bırakmaz vicdanın seni. Bilmemek en iyisidir belki de, o zaman dertsiz, tasasız yaşarsın, olsa olsa en büyük derdin boğazından geçen iki lokma olur, onu da bulursun, çalışmak arzusu varsa içinde illa ki onu bulursun. Umursamazlık! Bir bela mı yoksa tanrıdan bir lütuf mu? İşte bunun üzerine konuşmak gerekir.
Etrafımız insan selleriyle kaplanmış, binlerce zihin, durmuyor sürekli yeni düşünceler peydahlıyorlar. Bazıları, daha doğrusu çokları söyleyemeden gömüyor bu düşünceleri, söyleyenlerse ya kahraman ya hain çıkıyor...
Özgürlük nedir? Bilir misiniz özgürlük nedir? Özgürlük, benim kafamda bir kelimeye sığdıralamayacak, kişisel arzuların tatmin edlişinin sonsuz ufuklarıdır, o ufuklara duvarlar çekilmemeli...
Uzun zaman önce bir adam yaşarmış. Öyle ya basit bir cümle bu, işte bunu yazabilmek özgürlüktür, bunu neyin sayesinde yazabileceğini açıklamaya çalışmak da kendini özgürlüğü tanımlamaya zorlayarak, heba etmektir.
Eğitim çok önemlidir. Bir insanın insan niteliğine kavuşma sürecidir. Evrime inanıyorsanız, hayvandan farkımızdır, ya da başka açıdan tanrısal güzelliğimizdir. Ama nasıl? Ben bu güzel sözleri kafamda tasarladığım ütopyadan çalıyorum, böyle bir sıfatlar topluluğunu hak edecek bir sistem ne yazık ki mevcut değil. Ve dökülen kandan tutun da burkulan yürekler, sızlayan zihinlere, ağlayan gözlere her şey bu eksiklikten ileri gelir...
Ben sadece bir öğrenciyim, eğitimimin orta safhalarındayım, belki boyumdan büyük sözler sarf etmeye kalktım ama bu benim hakkım ve özgürlüğüm. Yaratılırken nasıl eşitsen, yaratılışımızdan sonra da öyle olmalıyız. Başkalarının haklarına tecavüz etmedikçe özgürdür der ya insanoğlu ben bir türlü bunu anlayamadım, anlatılmak isteneni değil, nasıl bir zihniyetin böyle akıl almaz bir düşünce peydahladığını...
Özgürlük özgürlüktür. Sınırlandırılırsa anlamı kalmaz, büyük şairin dediği gibi "yalnızlık paylaşılmaz paylaşılsa yalnızlık olmaz"... İşte özgürlük de kısıtlanmaz, kısıtlanırsa özgürlük olmaz. Günümüz şartlarının el vermediği hayallermiş bunlar, varsın öyle olsunlar ki öylelerse ne büyük şeref bu düşünceleri doğru bulmak. Neden mi uymaz günümüze, pislikler, karanlıklar, gölgeler öylesine sarmış ki çevremizi özgürce nefes almak bile garip gelecek yakında... Her yerde kurallar, üstüme üstüme geliyorlar... Bir de cezalar, kimin yasası bunlar, kimin hukuku, ben doğarken, tüm bunlardan bihaberken, bilmiyorum ister miydim yaşamak bu alemde.
Ama öyle ya milyarlarcasıyla ben de soluk alıp vermekteyim... Onlarda ne farkım var, ölümhanedeyim, ölmeye doğdum, sıramı aldım, bana gelene kadar da sıra zaman katliamı yapıyorum... Bir hayal uğruna mı bir can gitsin, hayaller artık zihinlerden dillere dahi dökülmüyorlar, korkuyorlar mı? Belki de!
Hayatta uygulanabilir güzellikler de kaldı muhakkat, sözümü kesmeme ramak kala bir şeyler daha beliriyor zihnimde... Her ama her şeye dengeli yaklaşmalı, o şey ne olursa olsun ne fazla değer biçmeli ya da vermeli ne de az... Her şey hak ettiğince olmalı, lakin hepimiz beni ademiz, kim verecek bu kararı, boşuna mı demiş ey yüce kişi "bir ben var bende benden içeri...", o zaman ki söz söyleme hakkı vicdanlara düşecektir, insan öyle bir mahlukat ki her hususta yalanlar saçar, aynaya bakarken dili tutulur yalan söyleyemez... Korkar! İşte bu korku da işleri belki biraz yoluna sokar.
Ne kaderci olmak lazım, ne karamsar ne de aptal. Gerçekçilik esastır. Dengeli olmak lazım gelir, sağduyuyu elden bırakmamak, bırak diyenlere de şüpheyle bakmak lazım. Dönülmez akşamın ufundayız, yol önümüzde puslu ve karanlık, bir başımızayız...
Oyun Başlasın!
"İnkar etme sen de gelmek istiyorsun!"
"Hayır!"
"Korkuyorsun, hem de çok!"
"Bırak beni, daha fazla konuşmak istemiyorum, işim var!"
"Yok! Sen de ben de, şu anda hiçbir işin olmadığını biliyoruz, değil mi?"
"Beni gerçekten korkutuyorsun!"
"Zaten bunu istiyorum, ama o kadar çok korkamazsın, bunun bir rüya olduğunu biliyorsun, buna inanıyorsun, bu da sana yeterince korku vermez..."
"Ne demeye çalışıyorsun?"
"Artık beni görme vaktin geldi, sabah olunca uyanacaksın, gerinerek, esneyerek yataktan doğrulacaksın, her zamanki gibi soğuk suyla duşunu alacaksın ve sonra illa ki dışarı çıkacaksın, ben seni dışarda bir yerde bekliyor olacağım..."
"Artık uyanmak istiyorum, sabahın olup olmaması umurumda değil, bırak beni!"
"Tatlım, bu güzel oyunu sadece sen istedin diye oynamaya başladık, şimdi de isteme sırası bende... Oyun başlasın..."
"Hayır!"
"Korkuyorsun, hem de çok!"
"Bırak beni, daha fazla konuşmak istemiyorum, işim var!"
"Yok! Sen de ben de, şu anda hiçbir işin olmadığını biliyoruz, değil mi?"
"Beni gerçekten korkutuyorsun!"
"Zaten bunu istiyorum, ama o kadar çok korkamazsın, bunun bir rüya olduğunu biliyorsun, buna inanıyorsun, bu da sana yeterince korku vermez..."
"Ne demeye çalışıyorsun?"
"Artık beni görme vaktin geldi, sabah olunca uyanacaksın, gerinerek, esneyerek yataktan doğrulacaksın, her zamanki gibi soğuk suyla duşunu alacaksın ve sonra illa ki dışarı çıkacaksın, ben seni dışarda bir yerde bekliyor olacağım..."
"Artık uyanmak istiyorum, sabahın olup olmaması umurumda değil, bırak beni!"
"Tatlım, bu güzel oyunu sadece sen istedin diye oynamaya başladık, şimdi de isteme sırası bende... Oyun başlasın..."
Karanlık Haddini Aştı
KARANLIK HADDİNİ AŞTI
Beklemek acı verse de hayat böyle geçiyor...
"Daha ne kadar bekleyeceğiz" dedi küçük çocuk babasına. Babası sessizliğini bozmadı, o da sıkılmıştı. Biraz zaman geçti, adam yerinden kalktı, çocuk heyecanlandı, sıra nihayet onlara gelmişti, bekleyişin bitmesine bir tek, her şeyden habersiz, çocuk sevinmişti... Bilmemek ne güzel şey!
Yürüdüler, yürüdüler...
Her tarafı acı kaplamıştı, beyaza görünmez kara lekeler yapışmış, çıkmıyorlardı, hayatların söndüğü, göz yaşlarının hesapsız döküldüğü, soğuk, beyazlığıyla iç karartan hastanenin koridorları onlarca çaresizin bağırtılarıyla sessizleşiyordu...
Endişe değil başka bir şey vardı adamın gözlerinde, korkuyordu, oğlunun elinden tuttu, çocuk anlayamıyordu bu kadar çok insan niçin hiç gülmüyor, hep kederle ve acıyla bakıyorlardı, çocuk anlayamıyordu...
Çocuklar basit olan her şeyi çabucak anlarlar, hayatı anladığını iddia edenler en büyük yalancılar, beyaz önlüklüler de bıkmışlar, sanki çamaşır makinası ya da bozuk saç kurutma makinası tamir ettikleri, fark etmiyorlar, ellerinin altında sızlananlar, onlar gibi birer insanlar... İnsanlıktan çıkmış artık insanlar...
Hastane koridorları beyaz, bembeyaz... Hep ilaç kokar, ne zaman gitsem kusma hissi sarar midemi... Hiç sevmem, hiç...
Çocuk pek de önemsemiyor gibiydi kokuyu, arada bir burnunu çekiyordu, nezle herhalde, duymuyor ki kokuyu.
Çocuk aslında hiçbir şeyin farkında değil, sessizce etrafa bakmakta, anlamaya çabalamakta. Bunun için de en güzel yol incelemek, gözleri bir o yana bir bu yana bakınıp duruyor... Hastaneler neden beyaz? Buradaki insanlar neden mutsuz? Neden herkes sessizce konuşmaya özen gösteriyor? Neden kimse bir başkasının gözlerine dahi bakmaya çekiniyor oldu ki konuşmak zorunda kaldıysa biriyle? Zavallı ufaklık, anlamsızlığı, karamsarlığı, acıyı, tesellinin aldatıcılığını kabullenecek yaşa gelmedi daha! Gelemeyecek de...
Bakıyor, görmek değil çocuğun yaptığı, görse gözlerinin içi nasıl parlardı böylesine? Anlasa çocuk yüzüne yakışmayacak bir siluete bürünürdü, yazık olurdu...
Anne susuyor, derin bir sessizlik onunki, dokunsan ağlayacak sanki, oğluna dahi tek bir kelime söyleyecek hali yok ki, gerilmişler ikisi de, çelik teller mi desem pamuk ipliği mi bilemiyorum zavallıların sinirlerine...
Kopmalarına az kalmış, beyaz kapı karşılarına çıkıvermiş, aralanıvermiş, bembeyaz bir ışık, beyaz boyalı koridoru aydınlatıvermiş, şaşırıvermişler, gözleri kamaşıvermiş, çocuk heyecanlanıvermiş, baba hemşireye yemyeşil banknotlar vermiş, acılar, hayal kırıklıkları, hüzünler satın almak içinmiş...
"Biraz bekleyin, buyurun oturun. Doktor Bey'in biraz işi var, hastası çıksın sizi kabul edecek!"
İçerden feryatlar koptu, sahibi çocuk sanki ölüyor, ölesiye acılar çekiyor, kimse duymadı mı? Nereden geldi peki bu ses? Bilinmezlikler artıyor...
Adam içten içe gömüldü sandalyenin beyaz zeminine, beyaza dair hiçbir şey kalmamışken kalbinde, ve ruhunda kararıyor umutlar, lanet gerçek boy gösteriyor, ağlamaklı oluyor, oğluna bakıyor, eşine bakıyor, ağlamak istiyor, ağlamak zorunda, duygular sel oldu vurmakta, yol bulup akmak zorunda...
Dondu bakışları yaş akmaya susamış gözlerde, sustu zavallının dili, ne çok sözü vardı kim bilir ya diyeceği...
Dikkatimi bu şirin hikayeden uzaklaştıran bir konuşma, şu kapıdan mı? Hayır, diğerinden... Gidiyorum, kapıdan süzülüp geçmek çok tuhaf, insan kendini gerçekten gerçekdışı hissediyor, iki üç beyaz önlüklü bir masanın etrafına toplanmışlar; çayları, kahveleri, simitleri, poğaçaları...
Doktor diyesim gelmiyor onlara, buraya da hastane diyesim gelmiyor ya, mezbahayı andırıyor; kokusu, beyaz önlüklüleri, kanı, pisliği, vahşeti...
"Hasta hiç hayat belirtisi göstermedi, kaç gün oldu, bence geri dönmesi olanaksız, ama onlarcasını döndürebilir?"
Kalbim atmıyor mu? Git mezarları tartakla katil herif!
"Haklısın ama ailesi ikna olur mu? Ne dersin?"
"Olurlar olmasına da güzel bir konuşma yapmak gerek, hem zavallılar günlerdir hastane köşelerinde perişan oldular..."
Evet, sevgili iyilik meleğimize de bakın, perişan olmuşlar, benim halime baksana sen, lanet herif, sana diyorum, eğer hayata dönersem ilk işim boğazına yapışmak olur, eğer o lanet kasap ellerini bana değdirecek olursan, olursan... Hiçbir şey yapamam! Ama annem, babam... Asla izin vermezler, vermezler...
Ya beni bu kasabın ellerine bırakırlarsa...
Korkuyorum!
İzlemek aslında en güzeli, hayatı izlemek, görmek, hissetmek, hissedermiş gibi hissetmek... Rüzgara karşı ellerini açmak ya da denizin dibinde sırt üstü uzanmak gibi...
Aslında hayatın kaynağı su, kabul ediyoruz... Ama farkında değiliz, benimsemiyoruz, özümsemiyoruz. Unutkanlığımız, en büyük derdimiz, beni parçalayacaklar, ama hala hayatta kalmaya çabalamamı fark etmemekte direniyorlar, beni diri diri parçalayacaklar, izlediğimde bana kızdıkları, okuduğumda tasvip etmedikleri, yazdığımda iğrenç buldukları ne varsa fazlasıyla bana yapacaklar... Ben belki de kaderimin yazdığı sonu defalarca yazdım hayali benlerle...
Şimdi kurguların gerçeklik aynasında ete kemiğe bürünme zamanı geldi, ve etimi kemiğimden ayırıp, paramparça posamı, işe yaramaz parçalarımı bir poşete koyup gömecekler, ne kadar da duygusal; Allah belalarını versin!
Zavallı ufaklık, suratını mı astın sen? Üzülme, hiç değilse seni ecel alacak, vahşiler seni paramparça edip ziyafet çekmeyecekler! Neden suratını astın bakalım, söyle Eren Abi'ne!
"Anne çişim geldi!"
Sen de beni duymuyorsun, değil mi? Kimse duymuyor ki zaten! Belki de ben yokum, böyle bir şey mümkün mü? Yapma Eren, bu delilik. Ama parçalayacak olmaları normal bir şey, alış dünyamızın güzel gerçeklerine, değişmez düzenine...
Daha önce hiç tuvalete götürmemiş gibi şaşkın annesi, yazık! Adam biraz daha sakin, metanetli, güçlü... Öyle de olmak zorunda, değilse bile, olamayacak olsa bile... Çocuğun elinden tutup götürüyor onu tuvalete. Ellerini yıkarken oğlunun, aynada yansımaları ilişiyor gözüne, bir kendine bir oğluna bakıyor, sol gözünden zorla inen bir damla yaş yanağında hızla ilerliyor, ne olduğunu anlayamayan çocuğa doyasıya sarılıyor, yanaklarından, alnından öpüyor... Çocuk neden babasının böyle davrandığını anlayamıyor, elini yıkayan yaşlı adam anlıyor, zavallı adamın sırtını sıvazlıyor;
"Allah şifa versin, evladım" diyor, çıkıp gidiyor.
Ayna, o ve oğlu; yapayalnızlar. Beni fark etmiyorlar, ha ayna ha ben, ne farkımız var ki? Ağlıyor adam, oğlu sessiz, sonra babasının yüzünü soğuk suyla yıkayışını şaşkınlıkla izliyor, olanlara anlam veremiyor, babasının suratındaki keskin ifade ona anlamlandırıcı sorular sormasını yasaklıyor... Çocuk hala sessiz... Beyaz kapıyı aralayıp sahte beyazlığa adım atıyorlar.
Kadın dayanamamış oturuyor bir hastane sandalyesinde, umut fakirleri eskitmiş sandalyeyi, devam da ediyorlar, hastane hatıralarla, acılarla dolmuş taşıyor, her yerden buram buram acı, hüzün kokusu geliyor...
İndirgenemez hiçbir kelimeye yaşadıklarımın manası...
Ey kalbim, sen bana yardım et! Derin bir boşluktayım, ellerimi gayri ihtiyari uzatıyorum bilinmez karanlıklara doğru, aranıyorum, ne bir dal ne bir kol buluyorum...
Kurtuluş yok, düşüyorum... Öyle bir düşüş ki ne sonu var ne de başı oldu, gözlerim açık ama fark etmezdi kapalı olsalardı da.
Korkuyorum, başıma gelenler beni ürkütüyor, en ufak zerreme kadar titremelerle sarsılıyor, denge denen, uzaklarda, puslarla çevrili bir diyarın mudavimi bu kavram artık bana çok uzak, hayatımda denge diye bir şeyden eser yok...
Mahvıma sürükleniyorum, hatıralar dans ediyor; son vals!
Derinlerimde yokluğumun eşiğinden benliğimden geçerken, akıl hudutlarını terki diyar eyleyerek yürüyorum, uğurlar olsun, yitiyorum, yitip gidiyorum...
Ürkütücü mü desem, gülünç mü; soyunuyorum etten, geride kalan benlik sadece...
Yatıyorum, yattığımı hissediyorum. Garip bir his bu, bildiğim kelimeler anlatmaya yetmiyor, yetmiyor işte yazamıyorum, sanki tüylerim diken diken oluyor ama ne tüy var yerinde ne deri ne de ben...
Bazı sesler duyuyorum, sanki bir perdenin arkasından geliyorlar, uzaklardan, çok uzaklardan...
Ne güzel şey, hislerinden silkinmek, kıyafetlerinden kurtulur gibi, bedeni olan ne varsa ruhundan sıyırıp atmak, işte bu, içinde bulunduğum an bu! Ben, bedenden geçmekteyim, ruhtan ibaret olmak üzereyim.
İçimde ne varsa haykırmak istiyorum, artık çok geç, haykırsam da fısıldasam da kimse beni duyamıyor... En çok şimdi yazmak istiyorum, ne varsa içimde kalan atmak istiyorum satır aralarına, elden ne gelir ki, el yok ki yazılmış satırım olsun... Gezinti zamanı, beyazlar git gide azalıyor, karanlık koridorlarla dolu artık hastane ve alt katlara inmeye korkuyorum. Tuhaf sesler yankılanıyor, uzaklardan geliyor, zifir karası gölgeler sanki nefes alıyor, sanki beni almaya geliyorlar...
Şimdi boğaza karşı bir banka oturup çayımı yudumlamak vardı. Dertsiz, tasasız sokaklarda dolaşmak vardı, bir kitap bulmak vardı, saati umursamadan sayfalara boğulmak vardı, vardı ya artık ben mi yoktum, yok olmak bu muydu, ya da...
Daha fazla ne acı verir ki insana keşke demekten başka...
"At hadi!" diyor babam.
Topa bütün gücümle vuruyorum, top babamın sağına gidiyor, şakasına kendini ters tarafa atıyor; gol!
Koşuyorum, "Goool" diye, ciğerlerimi sökercesine bağırıyorum, annem de sevinçle beni yakalıyor, kucağına alıyor...
Babam şakasına çimleri dövüyor, sonra benim yanıma gelip saçlarımı karıştıryor;
"O ne şuttu öyle!" diyor, gülüyoruz, ben de, o da, annem de... Hem gülüyoruz hem de farkındayız... Bilerek yenmiş güzel bir golün mutluluğu bizi sarmış... Sonra köftelerin kokusu, açlığın haddini aşması, kolanın vazgeçilmez tadı ve birlikteyiz...
Geçmişin puslarından geriye pek az hatıra kalmış, ama o gün unutulmaz, unutulamaz, duyuyor musun Eren, o günü unutmamalısın, kim olduğunu unutmamalısın, mutluluğun ne demek olduğunu unutmamalısın!
Mutluluk buydu işte, beraberdik, hep beraber, hep de öyle kalmalıydık! Şimdi bütün bu güzel anlar çok gerilerde kaldı sanki, zaman anlamında net değilim, zamandan koptum, ayrı bir düzlemdeyim, ama bir parçam ısrarla beni hem geçmişe hem de o güzellikleri yaşadığım somut yaratılışıma, bedenime bağlıyor. Nasıl bir iş bu; aklım almıyor!
Keşke, keşke o eski günlerde kalabilseydim, keşke herkes gibi basit ve sığ yaşabilseydim bütün güzellikleri doyasıya özümseyerek... Keşke gerçek bir hayata sahip olabilseydim, her yaşın tadını yaşayabilseydim, bedeni bütün duygularla şad edebilseydim; gerçekten mutlu olabilseydim!
"Yalnızlık, sessizlik haddini aştı", titriyor ruhum, sessizliğin serinliğinde buz kesiyorum ve yanıbaşımdaki sevdiklerime ulaşamayışlarımda alev olup yanıyorum, kor olup sönüyorum, kül olup uçuyorum, uçuyor hayallere dalıyorum, boğulmaktan korkup can havliyle aklın kıyısına vuruyorum, usda dem vuruyorum, yokluğa sırtımı dönüp sahte varlıkla aldanıyorum, aldanmanın haddini aşmasını umursamadan zaman katlediyorum, katledileceğim anı bekliyorum, bedenim önümde, bembeyaz, saf, günahsız, bensiz...
Boş da olsa içi, sığdırmak ister insan bütün umutlarını, o zavallı hayalin içine...
"Sakin olun!"
İkisinin de sinirleri sakin olmakla uzaktan yakından alakadar değiller, olamazlar da zaten... İmkansız kelimesi işte bu; sakin olamazlar.
Tamam, kabul ediyorum, senin de işin bu ama gözüme çok amatör göründün doktor! Başarısız bir roldü, hanene bir eksi yazdım bile, bu oyun çok uzun sürecek gibi, ben senin yerinde olsam hiç üzülmezdim, korkma doktor, telafi edersin bunu da, elinde kaç hasta öldü doktor?
"Bunları söylemek inanın benim için çok zor..."
Hiç de değil, inandırıcı değilsin doktor!
"... oğlunuzun üzülerek söylüyorum akciğerlerinde kanser başlangıcı bulduk, bunu size söyleyene kadar defalarca diğer doktor arkadaşlarla konuştuk, henüz tehdit söz konusu değil ama acil olarak tedaviye başlamamız gereki..."
Konuşmanın bundan sonrası pek de önemli değil, o konuşsun, bırakın. Ne kadın ne adam dinliyor söylediklerini, kapının hemen arkasındaki çocuk, o oyun oynuyor, kaç kere daha oynayacak kim bilir bu güzel oyunlarını, bilmemek güzel şey, bilse bu kadar eğlenebilir miydi?
Anımsamak ne kadar berbat anımsanacak güzel şeylerin yok denecek kadarsa...
Ben hastanelerde nefret ettim beyazdan. Beyaz mermer; nefret kusuyorum her gördüğümde... Beyaz bana huzur vermez, o lanet renk bana anımsamalar sunar, onlar da lanet hatıralar getirir gözlerimin önüne...
Çocukluk dediğin koşarak, oynarak geçmeli; beyaz koridorlarda, tekerlekli sandalyelerde, hastanelerde geçmemeli. Ama hayat işte, olmaması gereken şeyler oluyor, olmaya da devam ediyor.
Biz hiçbir şeye karar veremiyoruz, bazı fikirlerimiz var, o fikirler çerçevesinde bir hayat yaşamak için, insanları o çerçevede yaşatmak için didinip duruyoruz. Her şey boşuna aslında, karşı gelmek imkansız hazin de olsa sona.
Şimdi çemberin dışındayım, hayatın dışında, gerçeğin bağrında, her şeyi net bir şekilde görmekteyim, derin boşluğun şahidiyim...
Yenilmek de var yenmek de, ama söz konusu hayat değilse...
Hastaneler bunaltır insanı, Cerrahpaşa ki denize nazır, bir kere bile zevkini yaşayamadım onun bahçesinden maviliklere bakmanın, hazan diyarı orası benim gözümde ve deniz sadece bir serap acılar çölünde gerçek de olsa...
"Anne bacağım ağrıyor!" dediğim anları nefretle anıyorum. Nefret iliklerime kadar işledi, ilk ilaç başlıyor, o günü dün gibi hatırlıyorum, dün gibi, boşlukta günün, dünün hesabı yok ya, o kadarı da lafın gelişi...
"Ne zaman bitecek bu ilaç?" gibilerinden, üzgün ve masum bir soru süzülüyor dilimin ucundan doktora doğru, bana bakıyor, aileme bakıyor, gözlüğünü çıkarıyor, düşünceli bir hali var, gözleri ovuşturuyor, sonra tekrar bana bakıyor;
"Bir, iki yıl en fazla" diyor demesine de biliyor o yaşta ki taş çatlasa yedi yaşlarındayım, yılı bırak ay bile uzun gelir çocuğa, sonradan hazin gerçeği vurdu yüzüme, ruhum sertleşmekteyken vurdu darbeyi;
"Ömür boyu kullanmak gerek bu ilaçları" dedi. Demesi kolay, sen bir de yaşayana sor, çekene sor...
Hayat eğleniyor benimle, sadistçe zevklerine alet ediyor, son zamanlarda ağırlaşmıştı hastalık, artık bu hale gelişimi "son" olarak nitelendiriyorum, sonumu mu kabullendim ne? Bir insan olmuş bir olaydan sonum diye bahsedebilir mi gerçek anlamda, öğretilerime karşı, aklım allak bullak, ben ne haldeyim, neredeyim, öldüm mü yoksa? Ölümden sonrası böyle miydi? Her şey hiç uğruna mıydı?
İlaç üstüne ilaç ver, sonra da yan etkilerini gidermek için başka ilaçlar ver, sonra da bırak hayat benimle eğlensin, neden bu işi bu kadar çıkmazlara soktum ki, neden? Doğuştan neden eşitiz, madem eşitiz, neden ben bunu hiç fark edemedim, endişelenme Eren, hiç eşit olmadık ki!
Gerildim, gerildim... Sonra çimlerin üstüne birkaç saniye önce yerleştirdiğim topa doğru koştum, ilk kez o anda sekmeye başladım, yere düştüm, ağladım, acıyı hissettim, yürümenin, koşmanın ne denli değerli olduğunun farkına onları yitirdikten sonra çok erken vardım, çok erken...
O topa vuramadım, belki de hiç vuramayacağım, önemli mi ki? Belki!
Sevenlerini istemeden üzmek, buna şahit olmak, çaresiz kalmak...
Kaç gün oldu, ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Annem baş ucumda, ağlıyor, gözleri şişmiş, ağlamaklı olurdum, oluyor muyum acaba, hafiften bir burukluk yaşıyorum, demek ki hala yaşıyorum, beyazlar içindeyim, nefretle beni saran beyaz mezara bakıyorum, her yanım delik deşik, iğneler, serumlar, kablolar...
Bakıyorum anneme, yaklaşıyorum yüzüne, üzülme demek istiyorum, daha önce tecrübe edişlerim hevesimi kursağıma kitliyor, beni duyamayacağını biliyorum, bilmenin berbatlığını yaşıyorum, ölmeyi dileyerek yaşam diyemediğim şu halde var olmaya devam ediyorum, ne yaptım ki bu denli yoğun bir ıstırapla mükafatlandırılıyorum.
Hayatta ne var ne yoksa mükafat, sürekli ödüllendiriliyoruz, ne müthiş bir düzen, ben böyle düzenin... alnından öpeyim.
İlaçlar, sürekli renk renk, çeşit çeşit ilaçlar, verdiler de verdiler, bir zamandan sonra uyuşmaya başlıyor zihin, sonra psikolojik yan etkilerini inceliyorlar, gözlem altındaydım, kolay mı? Ne de güzel ilgileniyorlar, az mı? Ne de güzel süründürüyorlar, bak şimdi de parçalamaya geliyorlar, ben bulaşık makinası mıyım rezistansım kireç tutunca parçalayıp fabrikaya geri yolluyorlar, unutuyorlar, ben insanım, insan...
Bu da öldü, ölsün, insan çok, onlarda deneriz yeni ilaçlarımızı, onlarla araştırmalarımızı devam ettiririz yan etkiler üzerine, ve...
Ve bir poşet et parçası, yanında kemikler, içinde bir tabutun, yeşil örtmüşler üstünü; "İyi bilirdik!"
Bileceksiniz tabii!
Odadan başım öne eğik çıkıyorum, küçük çocuk, demin gördüğüm, demin ama ne zaman bilmiyorum, artık saatlere de bakasım gelmiyor, işte o zavallı çocuk, bir yerde kader ortağım, onu görüyorum... Elinde ufak, renkli zıplayan bir plastik top, yere atıp tutuyor, ben de oynardım önceden, önceden...
İç çekiyorum, iç çekecek bir beden olsa halimi bu söz anlatırdı, işte tam da öyle bir haldeyim.
Zavallı, neden ölmek zorunda ki? Neden?
Annesiyle babası, beyaz kapıyı aralıyorlar, anne ağlıyor, baba ağladı ağlayacak, annesi sarılıp oğlunu öpüyor, ağlıyor. Baba dişlerini sıkıyor, elini yumruk yapmış, duvara yaslanıyor, çaresizler...
Dişçideydim, çürük var diye gittim, baktı ağzıma, dişin kırılmış dedi, çok sıkmışsın demek dişini dedi, çok sıkmışsın, dikkat et dedi. Ben dişlerimi sıkarım da bana diş sıktıranlar canımı sıkmaktan geçmezler. Dişimi sıkmayayım da canımı mı sıkayım? Bir o kaldı bende zaten!
Sevdiğim kız geliyor aklıma? Sevmek? Ne güzel söz, ne demek kim bilir?
Sıkıldım bu manzaralardan, ama kaderim bu, sıkıştım bu koridora, ilerisi çok karanlık, merdivenlerden korkunç sesler geliyor, korkuyorum gitmeye, sevenlerimi bir daha görememeye, çünkü içten içe hissediyorum, biliyorum, anlıyorum... O karanlıklara girdim mi hayatla son bağlarımı da koparacağım... Bunu yapamam, yaşamak istiyorum, yeşil çimlerde, o topa vurmak istiyorum, koşmak istiyorum, denize karşı çayımı içmek istiyorum, sevmek istiyorum, hüznünü yalnız kalbimde değil ruhumun her yanında yaşayacağım kadar çok seveceğim, kanımdan canımdan evlatlarım olsun istiyorum, yaşamak istiyorum en nihayetinde, yaşamak için geldim, dayanmak, direnmek istiyorum, ölmekten çok korkuyorum, koridorun sonu, merdivenler çok karanlık, sesler çok korkunç, gitmek istemiyorum...
O geliyor, saçları eskisi gibi, dalgalı, simsiyah... Aylar mı oldu, günler mi, yoksa dakikalar mı, bilmiyorum. Ama o geldi... Sevdiğim kız, hareketsiz bedenime bakıyor, bir demet çiçek getirmiş, bembeyazlar, nefret edilesi renkle bana geldi, tesadüf denen şey hiç var olmadı, bilerek yapıyorlar, acı çekmemden zevk alıyorlar... Odada benim kapalı gözlerim hariç her gözden yaşlar akıyor, sessizliği bozmamaya dikkat ederek, belki de beni uyandırmamaya özen gösterek sessizce ağlıyorlar, birbirlerine dahi bakamıyorlar, hüzün her yeri kaplamış...
Gitti, ne kadar kaldı bilmemem de bir şey değiştirmedi, ruhumun benden gidişi gibi... Aslında ben dediğim o et parçası değil, ben dediğim ben; ruhum olmalı... Kafam karmakarışık, deliriyor muyum? Ne fark eder ki?
Ölmek çözüm mü? Olsa da ecel almadan gidemem ki, ben yaşamaya aşığım...
Şimdi fark ediyorum, zamanla gölgeler odamın olduğu koridora yaklaşıyorlar, ama pencereler berrak, ışık dolu, dışarısı cennet bahçesi, koridorum araf, koridorumu kuşatan gölgeler cehennem...
Beklersen cehennem, atlarsan cennet!
Dönmeyi çok istersin de bütün kapıları kapalı bulursun, yıkılırsın, ölmek istersin...
Ağlamak istiyorum; gözlerim şişene kadar, kan çanağı olana kadar ağlamak istiyorum. Nedenini hala bilmiyorum bu halimin, ne annemin ne babamın ne de doktorların ağızlarını bıçak açıyor, ölüm var sanki sürekli civarımda, sanki her an bahsi geçen o pek ünlü tırpanlı gelecekmiş gibi, ölüm kokuyor odam, korkular, hüzünler, yaşanamamış mutluluklar...
Kendime baktım, yüzüme baktım, bir heykel gibi soğuk, bembeyaz, ifadesiz...
Korkuyorum, karanlıklardan çok korkuyorum.
Çok acı verdin bana hayat ama neden, neden senin uğruna yanıp tutuşuyorum, neden?
Bir rüya olsun, lütfen Allah'ım! Ne olur hepsi bir rüya olsun... O çok sevdiğim yağmuru bir daha tenimde hissedeyim, yine göreyim yeri göğü masmavi eden şimşeklerini, içimi ürperten gök gürlemelerini bir kez daha duyayım, yorganıma bir kez daha sarılabileyim, uyanacağımdan şüphe etmeden bir kez daha uyuyayım...
Ney sesi geliyor kulaklarıma, el emeğiyle ince ince delinmiş sazdan hayat akıyor, hülyalı sesler içime akıyor, hayat damarlarımda değil yokluğa akıyor, hiçliğe karışıyorum, karanlığa dem vuruyorum, geceye karışıyorum, yalnızım, son yolculuğuma çıkıyorum...
Pencereye yaklaşıyorum...
Anneme, babama bakıyorum...
Vedamı söylüyorum, beni denizi gören bir yere gömün diyorum, kitaplarımı, yazılarımı, her şeyimi saklayın odamda kilitler arkasında diyorum, bencillik var ölürken bile...
Uzun bir sevgi sözü fırtınası...
İçime acı doluyor, pencereye elimi atıyorum, soğuk elimi acıtıyor, elim camdan bu sefer geçmiyor, sonra yere kapaklanıyorum, acıyla haykırıyorum...
Ağlıyorum, bakıyorum, gözlerimden yaşlar dökülüyor, annem hemşirelere koşuyor, onlarca lanet rengi giymiş insan doluşuyor odama, yüzlerinde şaşkınlık, gözlerimden kanlı yaşlar geliyor çünkü...
Annem titriyor, koşarak içeri biri giriyor, siyahlar içinde; babam. Beni görünce dudakları titriyor, ağlayamıyor, anneme sarılıyor, bir köşeden beni izliyorlar...
Bedenimde dudaklarım kıpırdanıyor, herkes pür dikkat beni dinliyor, bu son şansım, elimi tut Allah'ım, yaşamak istiyorum;
"Yaşamak istiyorum..." diyorum, gözlerim azıcık açılıyor, ve böyle bitiyor, birkaç dakika öncesine geri dönüyorum, herkes sessiz, inanamıyorlar yaşananlara, birkaç dakika sonra birbirlerine bakıyorlar, adeta yaşananları diğerlerinin de görüp görmediğini anlamaya çalışıyorlar, onlar da çaresizler, ben de çaresizim, ama azmettim onları da çaresizliğime hapsettim.
Tam ölüyorum derken işler karıştı... Şimdi gitmek daha zor karanlık sona... Aslında uzun süredir arzu ettiğim de buydu; sessizliğimle azalan umutlara su serpmek...
Ortasındayım hayatla ölümün. Katillerim etrafımda bekleşiyor; akbabalar. Sevenlerim ağlıyor; zavallılar... Ya ben?
Zavallı adam oğlunu arabaya bindiriyor, çocuk arka koltukta birkaç oyuncakla oyalana dursun, adam eşinin yanına ürkek adımlarla ilerliyor... Para bazen işe yaramıyormuş değil mi arkadaş? Şimdi ne yapacaksın?
"Üzülme, bir çaresini mutlaka bulacağız!"
Asıl sen boşuna üzülme, bir de mutlaka diyorsun, kimsin sen ki bu kadar emin olabiliyorsun?
Olanları camdan izliyorum, artık onları duyabiliyorum, nasıl oldu bilmiyorum, onları duymam mı isteniyor, kim tarafından? Tanrı mı? Tanrı benden bir şey mi istiyor? Düşünmesi bile komik, onun istemesi ve benim ikna olmam, o beni ikna etmeyi umursamaz ki, ister yani yapar! Bu kadar basit! Ama ya bunları bana sunan O değilse?
Konuşma şekilleniyor...
Beyaz önlüklüler yine sahnede...
Gözlerini kan bürümüş bunların, herkes haddini aştı!
Her şey netleşiyor, koridordaki odalar zavallılarla dolu, beni parçalayacaklar, her parçamla bir tanesini tamamlayacaklar, her gün beni iyileştirmek için değil de ölmemi kolaylaştırmak için bir şeyler yapmak için uğruyorlar, anlıyorum, zavallı ailem, farkındalar mı acaba? Farkındalarsa, nasıl kabullenebildiler?
Hem ben hayal mi gördüm, gözlerimi açtım, yaşamak istiyorum dedim, belki de anlamadılar, belki de travma gibi bir şey olarak yorumladılar, belki de ailemin bütün umutlarını acımasızca çürüttüler...
Pazarlık yapıyorlar aşağıda herhalde...
Kasap sanki, et pazarlığı yapıyor...
Çocuk belki yaşamayı hakediyor ama benim ölümümle olacaksa değil, benim ondan fazlam yok. O da, ben de aynı şartlarda atıldık dünyaya, benim de yaşamaya hakkım var, yaşayamayacağımı iddia ediyorlar, nefes almam bana yeter, ben ölmeyi seçmek için, canlı canlı parçalanmak için gelmedim bu dünyaya...
İğrenç bir görüntü canlanıyor gözümde; köy yolu, zavallı bir inek yolun ortasında yatıyor, acılar içinde, kaldıramıyorlar, işlerine geldi belki de, bıçakları biliyorlar, oracıkta hayvanı önce bacaklarından kesmeye başlıyorlar, zavallının canı bedenden süzülürken son bakışlarını görüyorum, yalvarırcasına...
Ben sektedim, yere serildim, parçalanmam mı gerek, biraz dinlenmeye, kendimi biraz bulmaya, içimde biraz huzur bulmaya hakkım yok mu? Hemen parçalanmam mı gerek? Ben derin uykuya yattım, düşüncelerle, bilgilerle, hayatla doldum. Bırakın döneyim, size insan olmayı öğreteyim!
Herhalde inanmadılar dönebileceğime, annem boynuma sarılıyor, sevdiğini falan söylüyor, ağlıyor, babam elimden tutuyor, hissediyorum ama tepkisizim, hiç değilse bedenen...
Önce iyileştirmek için garip bir tedavi, sonu gelmez ilaçlar, sonra derin sessizlik, sonra da bıçak sesleri, gelin katillerim, uzatmayalım bu işi, siz kafaya takmışsınız kanımı içmeyi... Yazık! İdam ederlerken dahi son dilekler soruluyor... Bana hiçbir şans vermediniz, elveda!
Hayata gözlerimi yummamam gerekirken, zorla karartılıyorum, gölgeler kapıya kadar geldiler, karanlık nefes alıyor adeta... Tırpanlı da yakında gelir, parlak ışıklı yol görünürde yok,
Eren çıkmaz yoldasın, karanlık haddini aştı, acılar ruha fazla geldi, at kendini karanlıklara, karanlığın ışık yakacak birkaçına...
Haksızlık!
Gideceksek hep beraber!
Dünyanın düzenine karşı gelemezsin, modern çağı yaşadığını iddia eden yamyamlara bunu yapamazsın, buna gücün yok, aciz bir ölüm mahkumusun, usul usul gitme vaktin geldi...
Parçalanmak istemiyorum, poşetlenip mezara eksik gedik atılmak istemiyorum, karanlıklara dalmak istemiyorum, yaşamak istiyorum, insan gibi yaşamak istiyorum...
Fişimi çekmeye gelen beyaz önlüklünün boğazına sarılıyorum, bir soğukluktan öte hiçbir şey hissetmiyor; ben de... Can bedenden koparken dondurucu bir soğuk hissediyorum...
Karanlık haddini aştı!
Haydar Eren AKIN
11 TMA 570
Beklemek acı verse de hayat böyle geçiyor...
"Daha ne kadar bekleyeceğiz" dedi küçük çocuk babasına. Babası sessizliğini bozmadı, o da sıkılmıştı. Biraz zaman geçti, adam yerinden kalktı, çocuk heyecanlandı, sıra nihayet onlara gelmişti, bekleyişin bitmesine bir tek, her şeyden habersiz, çocuk sevinmişti... Bilmemek ne güzel şey!
Yürüdüler, yürüdüler...
Her tarafı acı kaplamıştı, beyaza görünmez kara lekeler yapışmış, çıkmıyorlardı, hayatların söndüğü, göz yaşlarının hesapsız döküldüğü, soğuk, beyazlığıyla iç karartan hastanenin koridorları onlarca çaresizin bağırtılarıyla sessizleşiyordu...
Endişe değil başka bir şey vardı adamın gözlerinde, korkuyordu, oğlunun elinden tuttu, çocuk anlayamıyordu bu kadar çok insan niçin hiç gülmüyor, hep kederle ve acıyla bakıyorlardı, çocuk anlayamıyordu...
Çocuklar basit olan her şeyi çabucak anlarlar, hayatı anladığını iddia edenler en büyük yalancılar, beyaz önlüklüler de bıkmışlar, sanki çamaşır makinası ya da bozuk saç kurutma makinası tamir ettikleri, fark etmiyorlar, ellerinin altında sızlananlar, onlar gibi birer insanlar... İnsanlıktan çıkmış artık insanlar...
Hastane koridorları beyaz, bembeyaz... Hep ilaç kokar, ne zaman gitsem kusma hissi sarar midemi... Hiç sevmem, hiç...
Çocuk pek de önemsemiyor gibiydi kokuyu, arada bir burnunu çekiyordu, nezle herhalde, duymuyor ki kokuyu.
Çocuk aslında hiçbir şeyin farkında değil, sessizce etrafa bakmakta, anlamaya çabalamakta. Bunun için de en güzel yol incelemek, gözleri bir o yana bir bu yana bakınıp duruyor... Hastaneler neden beyaz? Buradaki insanlar neden mutsuz? Neden herkes sessizce konuşmaya özen gösteriyor? Neden kimse bir başkasının gözlerine dahi bakmaya çekiniyor oldu ki konuşmak zorunda kaldıysa biriyle? Zavallı ufaklık, anlamsızlığı, karamsarlığı, acıyı, tesellinin aldatıcılığını kabullenecek yaşa gelmedi daha! Gelemeyecek de...
Bakıyor, görmek değil çocuğun yaptığı, görse gözlerinin içi nasıl parlardı böylesine? Anlasa çocuk yüzüne yakışmayacak bir siluete bürünürdü, yazık olurdu...
Anne susuyor, derin bir sessizlik onunki, dokunsan ağlayacak sanki, oğluna dahi tek bir kelime söyleyecek hali yok ki, gerilmişler ikisi de, çelik teller mi desem pamuk ipliği mi bilemiyorum zavallıların sinirlerine...
Kopmalarına az kalmış, beyaz kapı karşılarına çıkıvermiş, aralanıvermiş, bembeyaz bir ışık, beyaz boyalı koridoru aydınlatıvermiş, şaşırıvermişler, gözleri kamaşıvermiş, çocuk heyecanlanıvermiş, baba hemşireye yemyeşil banknotlar vermiş, acılar, hayal kırıklıkları, hüzünler satın almak içinmiş...
"Biraz bekleyin, buyurun oturun. Doktor Bey'in biraz işi var, hastası çıksın sizi kabul edecek!"
İçerden feryatlar koptu, sahibi çocuk sanki ölüyor, ölesiye acılar çekiyor, kimse duymadı mı? Nereden geldi peki bu ses? Bilinmezlikler artıyor...
Adam içten içe gömüldü sandalyenin beyaz zeminine, beyaza dair hiçbir şey kalmamışken kalbinde, ve ruhunda kararıyor umutlar, lanet gerçek boy gösteriyor, ağlamaklı oluyor, oğluna bakıyor, eşine bakıyor, ağlamak istiyor, ağlamak zorunda, duygular sel oldu vurmakta, yol bulup akmak zorunda...
Dondu bakışları yaş akmaya susamış gözlerde, sustu zavallının dili, ne çok sözü vardı kim bilir ya diyeceği...
Dikkatimi bu şirin hikayeden uzaklaştıran bir konuşma, şu kapıdan mı? Hayır, diğerinden... Gidiyorum, kapıdan süzülüp geçmek çok tuhaf, insan kendini gerçekten gerçekdışı hissediyor, iki üç beyaz önlüklü bir masanın etrafına toplanmışlar; çayları, kahveleri, simitleri, poğaçaları...
Doktor diyesim gelmiyor onlara, buraya da hastane diyesim gelmiyor ya, mezbahayı andırıyor; kokusu, beyaz önlüklüleri, kanı, pisliği, vahşeti...
"Hasta hiç hayat belirtisi göstermedi, kaç gün oldu, bence geri dönmesi olanaksız, ama onlarcasını döndürebilir?"
Kalbim atmıyor mu? Git mezarları tartakla katil herif!
"Haklısın ama ailesi ikna olur mu? Ne dersin?"
"Olurlar olmasına da güzel bir konuşma yapmak gerek, hem zavallılar günlerdir hastane köşelerinde perişan oldular..."
Evet, sevgili iyilik meleğimize de bakın, perişan olmuşlar, benim halime baksana sen, lanet herif, sana diyorum, eğer hayata dönersem ilk işim boğazına yapışmak olur, eğer o lanet kasap ellerini bana değdirecek olursan, olursan... Hiçbir şey yapamam! Ama annem, babam... Asla izin vermezler, vermezler...
Ya beni bu kasabın ellerine bırakırlarsa...
Korkuyorum!
İzlemek aslında en güzeli, hayatı izlemek, görmek, hissetmek, hissedermiş gibi hissetmek... Rüzgara karşı ellerini açmak ya da denizin dibinde sırt üstü uzanmak gibi...
Aslında hayatın kaynağı su, kabul ediyoruz... Ama farkında değiliz, benimsemiyoruz, özümsemiyoruz. Unutkanlığımız, en büyük derdimiz, beni parçalayacaklar, ama hala hayatta kalmaya çabalamamı fark etmemekte direniyorlar, beni diri diri parçalayacaklar, izlediğimde bana kızdıkları, okuduğumda tasvip etmedikleri, yazdığımda iğrenç buldukları ne varsa fazlasıyla bana yapacaklar... Ben belki de kaderimin yazdığı sonu defalarca yazdım hayali benlerle...
Şimdi kurguların gerçeklik aynasında ete kemiğe bürünme zamanı geldi, ve etimi kemiğimden ayırıp, paramparça posamı, işe yaramaz parçalarımı bir poşete koyup gömecekler, ne kadar da duygusal; Allah belalarını versin!
Zavallı ufaklık, suratını mı astın sen? Üzülme, hiç değilse seni ecel alacak, vahşiler seni paramparça edip ziyafet çekmeyecekler! Neden suratını astın bakalım, söyle Eren Abi'ne!
"Anne çişim geldi!"
Sen de beni duymuyorsun, değil mi? Kimse duymuyor ki zaten! Belki de ben yokum, böyle bir şey mümkün mü? Yapma Eren, bu delilik. Ama parçalayacak olmaları normal bir şey, alış dünyamızın güzel gerçeklerine, değişmez düzenine...
Daha önce hiç tuvalete götürmemiş gibi şaşkın annesi, yazık! Adam biraz daha sakin, metanetli, güçlü... Öyle de olmak zorunda, değilse bile, olamayacak olsa bile... Çocuğun elinden tutup götürüyor onu tuvalete. Ellerini yıkarken oğlunun, aynada yansımaları ilişiyor gözüne, bir kendine bir oğluna bakıyor, sol gözünden zorla inen bir damla yaş yanağında hızla ilerliyor, ne olduğunu anlayamayan çocuğa doyasıya sarılıyor, yanaklarından, alnından öpüyor... Çocuk neden babasının böyle davrandığını anlayamıyor, elini yıkayan yaşlı adam anlıyor, zavallı adamın sırtını sıvazlıyor;
"Allah şifa versin, evladım" diyor, çıkıp gidiyor.
Ayna, o ve oğlu; yapayalnızlar. Beni fark etmiyorlar, ha ayna ha ben, ne farkımız var ki? Ağlıyor adam, oğlu sessiz, sonra babasının yüzünü soğuk suyla yıkayışını şaşkınlıkla izliyor, olanlara anlam veremiyor, babasının suratındaki keskin ifade ona anlamlandırıcı sorular sormasını yasaklıyor... Çocuk hala sessiz... Beyaz kapıyı aralayıp sahte beyazlığa adım atıyorlar.
Kadın dayanamamış oturuyor bir hastane sandalyesinde, umut fakirleri eskitmiş sandalyeyi, devam da ediyorlar, hastane hatıralarla, acılarla dolmuş taşıyor, her yerden buram buram acı, hüzün kokusu geliyor...
İndirgenemez hiçbir kelimeye yaşadıklarımın manası...
Ey kalbim, sen bana yardım et! Derin bir boşluktayım, ellerimi gayri ihtiyari uzatıyorum bilinmez karanlıklara doğru, aranıyorum, ne bir dal ne bir kol buluyorum...
Kurtuluş yok, düşüyorum... Öyle bir düşüş ki ne sonu var ne de başı oldu, gözlerim açık ama fark etmezdi kapalı olsalardı da.
Korkuyorum, başıma gelenler beni ürkütüyor, en ufak zerreme kadar titremelerle sarsılıyor, denge denen, uzaklarda, puslarla çevrili bir diyarın mudavimi bu kavram artık bana çok uzak, hayatımda denge diye bir şeyden eser yok...
Mahvıma sürükleniyorum, hatıralar dans ediyor; son vals!
Derinlerimde yokluğumun eşiğinden benliğimden geçerken, akıl hudutlarını terki diyar eyleyerek yürüyorum, uğurlar olsun, yitiyorum, yitip gidiyorum...
Ürkütücü mü desem, gülünç mü; soyunuyorum etten, geride kalan benlik sadece...
Yatıyorum, yattığımı hissediyorum. Garip bir his bu, bildiğim kelimeler anlatmaya yetmiyor, yetmiyor işte yazamıyorum, sanki tüylerim diken diken oluyor ama ne tüy var yerinde ne deri ne de ben...
Bazı sesler duyuyorum, sanki bir perdenin arkasından geliyorlar, uzaklardan, çok uzaklardan...
Ne güzel şey, hislerinden silkinmek, kıyafetlerinden kurtulur gibi, bedeni olan ne varsa ruhundan sıyırıp atmak, işte bu, içinde bulunduğum an bu! Ben, bedenden geçmekteyim, ruhtan ibaret olmak üzereyim.
İçimde ne varsa haykırmak istiyorum, artık çok geç, haykırsam da fısıldasam da kimse beni duyamıyor... En çok şimdi yazmak istiyorum, ne varsa içimde kalan atmak istiyorum satır aralarına, elden ne gelir ki, el yok ki yazılmış satırım olsun... Gezinti zamanı, beyazlar git gide azalıyor, karanlık koridorlarla dolu artık hastane ve alt katlara inmeye korkuyorum. Tuhaf sesler yankılanıyor, uzaklardan geliyor, zifir karası gölgeler sanki nefes alıyor, sanki beni almaya geliyorlar...
Şimdi boğaza karşı bir banka oturup çayımı yudumlamak vardı. Dertsiz, tasasız sokaklarda dolaşmak vardı, bir kitap bulmak vardı, saati umursamadan sayfalara boğulmak vardı, vardı ya artık ben mi yoktum, yok olmak bu muydu, ya da...
Daha fazla ne acı verir ki insana keşke demekten başka...
"At hadi!" diyor babam.
Topa bütün gücümle vuruyorum, top babamın sağına gidiyor, şakasına kendini ters tarafa atıyor; gol!
Koşuyorum, "Goool" diye, ciğerlerimi sökercesine bağırıyorum, annem de sevinçle beni yakalıyor, kucağına alıyor...
Babam şakasına çimleri dövüyor, sonra benim yanıma gelip saçlarımı karıştıryor;
"O ne şuttu öyle!" diyor, gülüyoruz, ben de, o da, annem de... Hem gülüyoruz hem de farkındayız... Bilerek yenmiş güzel bir golün mutluluğu bizi sarmış... Sonra köftelerin kokusu, açlığın haddini aşması, kolanın vazgeçilmez tadı ve birlikteyiz...
Geçmişin puslarından geriye pek az hatıra kalmış, ama o gün unutulmaz, unutulamaz, duyuyor musun Eren, o günü unutmamalısın, kim olduğunu unutmamalısın, mutluluğun ne demek olduğunu unutmamalısın!
Mutluluk buydu işte, beraberdik, hep beraber, hep de öyle kalmalıydık! Şimdi bütün bu güzel anlar çok gerilerde kaldı sanki, zaman anlamında net değilim, zamandan koptum, ayrı bir düzlemdeyim, ama bir parçam ısrarla beni hem geçmişe hem de o güzellikleri yaşadığım somut yaratılışıma, bedenime bağlıyor. Nasıl bir iş bu; aklım almıyor!
Keşke, keşke o eski günlerde kalabilseydim, keşke herkes gibi basit ve sığ yaşabilseydim bütün güzellikleri doyasıya özümseyerek... Keşke gerçek bir hayata sahip olabilseydim, her yaşın tadını yaşayabilseydim, bedeni bütün duygularla şad edebilseydim; gerçekten mutlu olabilseydim!
"Yalnızlık, sessizlik haddini aştı", titriyor ruhum, sessizliğin serinliğinde buz kesiyorum ve yanıbaşımdaki sevdiklerime ulaşamayışlarımda alev olup yanıyorum, kor olup sönüyorum, kül olup uçuyorum, uçuyor hayallere dalıyorum, boğulmaktan korkup can havliyle aklın kıyısına vuruyorum, usda dem vuruyorum, yokluğa sırtımı dönüp sahte varlıkla aldanıyorum, aldanmanın haddini aşmasını umursamadan zaman katlediyorum, katledileceğim anı bekliyorum, bedenim önümde, bembeyaz, saf, günahsız, bensiz...
Boş da olsa içi, sığdırmak ister insan bütün umutlarını, o zavallı hayalin içine...
"Sakin olun!"
İkisinin de sinirleri sakin olmakla uzaktan yakından alakadar değiller, olamazlar da zaten... İmkansız kelimesi işte bu; sakin olamazlar.
Tamam, kabul ediyorum, senin de işin bu ama gözüme çok amatör göründün doktor! Başarısız bir roldü, hanene bir eksi yazdım bile, bu oyun çok uzun sürecek gibi, ben senin yerinde olsam hiç üzülmezdim, korkma doktor, telafi edersin bunu da, elinde kaç hasta öldü doktor?
"Bunları söylemek inanın benim için çok zor..."
Hiç de değil, inandırıcı değilsin doktor!
"... oğlunuzun üzülerek söylüyorum akciğerlerinde kanser başlangıcı bulduk, bunu size söyleyene kadar defalarca diğer doktor arkadaşlarla konuştuk, henüz tehdit söz konusu değil ama acil olarak tedaviye başlamamız gereki..."
Konuşmanın bundan sonrası pek de önemli değil, o konuşsun, bırakın. Ne kadın ne adam dinliyor söylediklerini, kapının hemen arkasındaki çocuk, o oyun oynuyor, kaç kere daha oynayacak kim bilir bu güzel oyunlarını, bilmemek güzel şey, bilse bu kadar eğlenebilir miydi?
Anımsamak ne kadar berbat anımsanacak güzel şeylerin yok denecek kadarsa...
Ben hastanelerde nefret ettim beyazdan. Beyaz mermer; nefret kusuyorum her gördüğümde... Beyaz bana huzur vermez, o lanet renk bana anımsamalar sunar, onlar da lanet hatıralar getirir gözlerimin önüne...
Çocukluk dediğin koşarak, oynarak geçmeli; beyaz koridorlarda, tekerlekli sandalyelerde, hastanelerde geçmemeli. Ama hayat işte, olmaması gereken şeyler oluyor, olmaya da devam ediyor.
Biz hiçbir şeye karar veremiyoruz, bazı fikirlerimiz var, o fikirler çerçevesinde bir hayat yaşamak için, insanları o çerçevede yaşatmak için didinip duruyoruz. Her şey boşuna aslında, karşı gelmek imkansız hazin de olsa sona.
Şimdi çemberin dışındayım, hayatın dışında, gerçeğin bağrında, her şeyi net bir şekilde görmekteyim, derin boşluğun şahidiyim...
Yenilmek de var yenmek de, ama söz konusu hayat değilse...
Hastaneler bunaltır insanı, Cerrahpaşa ki denize nazır, bir kere bile zevkini yaşayamadım onun bahçesinden maviliklere bakmanın, hazan diyarı orası benim gözümde ve deniz sadece bir serap acılar çölünde gerçek de olsa...
"Anne bacağım ağrıyor!" dediğim anları nefretle anıyorum. Nefret iliklerime kadar işledi, ilk ilaç başlıyor, o günü dün gibi hatırlıyorum, dün gibi, boşlukta günün, dünün hesabı yok ya, o kadarı da lafın gelişi...
"Ne zaman bitecek bu ilaç?" gibilerinden, üzgün ve masum bir soru süzülüyor dilimin ucundan doktora doğru, bana bakıyor, aileme bakıyor, gözlüğünü çıkarıyor, düşünceli bir hali var, gözleri ovuşturuyor, sonra tekrar bana bakıyor;
"Bir, iki yıl en fazla" diyor demesine de biliyor o yaşta ki taş çatlasa yedi yaşlarındayım, yılı bırak ay bile uzun gelir çocuğa, sonradan hazin gerçeği vurdu yüzüme, ruhum sertleşmekteyken vurdu darbeyi;
"Ömür boyu kullanmak gerek bu ilaçları" dedi. Demesi kolay, sen bir de yaşayana sor, çekene sor...
Hayat eğleniyor benimle, sadistçe zevklerine alet ediyor, son zamanlarda ağırlaşmıştı hastalık, artık bu hale gelişimi "son" olarak nitelendiriyorum, sonumu mu kabullendim ne? Bir insan olmuş bir olaydan sonum diye bahsedebilir mi gerçek anlamda, öğretilerime karşı, aklım allak bullak, ben ne haldeyim, neredeyim, öldüm mü yoksa? Ölümden sonrası böyle miydi? Her şey hiç uğruna mıydı?
İlaç üstüne ilaç ver, sonra da yan etkilerini gidermek için başka ilaçlar ver, sonra da bırak hayat benimle eğlensin, neden bu işi bu kadar çıkmazlara soktum ki, neden? Doğuştan neden eşitiz, madem eşitiz, neden ben bunu hiç fark edemedim, endişelenme Eren, hiç eşit olmadık ki!
Gerildim, gerildim... Sonra çimlerin üstüne birkaç saniye önce yerleştirdiğim topa doğru koştum, ilk kez o anda sekmeye başladım, yere düştüm, ağladım, acıyı hissettim, yürümenin, koşmanın ne denli değerli olduğunun farkına onları yitirdikten sonra çok erken vardım, çok erken...
O topa vuramadım, belki de hiç vuramayacağım, önemli mi ki? Belki!
Sevenlerini istemeden üzmek, buna şahit olmak, çaresiz kalmak...
Kaç gün oldu, ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Annem baş ucumda, ağlıyor, gözleri şişmiş, ağlamaklı olurdum, oluyor muyum acaba, hafiften bir burukluk yaşıyorum, demek ki hala yaşıyorum, beyazlar içindeyim, nefretle beni saran beyaz mezara bakıyorum, her yanım delik deşik, iğneler, serumlar, kablolar...
Bakıyorum anneme, yaklaşıyorum yüzüne, üzülme demek istiyorum, daha önce tecrübe edişlerim hevesimi kursağıma kitliyor, beni duyamayacağını biliyorum, bilmenin berbatlığını yaşıyorum, ölmeyi dileyerek yaşam diyemediğim şu halde var olmaya devam ediyorum, ne yaptım ki bu denli yoğun bir ıstırapla mükafatlandırılıyorum.
Hayatta ne var ne yoksa mükafat, sürekli ödüllendiriliyoruz, ne müthiş bir düzen, ben böyle düzenin... alnından öpeyim.
İlaçlar, sürekli renk renk, çeşit çeşit ilaçlar, verdiler de verdiler, bir zamandan sonra uyuşmaya başlıyor zihin, sonra psikolojik yan etkilerini inceliyorlar, gözlem altındaydım, kolay mı? Ne de güzel ilgileniyorlar, az mı? Ne de güzel süründürüyorlar, bak şimdi de parçalamaya geliyorlar, ben bulaşık makinası mıyım rezistansım kireç tutunca parçalayıp fabrikaya geri yolluyorlar, unutuyorlar, ben insanım, insan...
Bu da öldü, ölsün, insan çok, onlarda deneriz yeni ilaçlarımızı, onlarla araştırmalarımızı devam ettiririz yan etkiler üzerine, ve...
Ve bir poşet et parçası, yanında kemikler, içinde bir tabutun, yeşil örtmüşler üstünü; "İyi bilirdik!"
Bileceksiniz tabii!
Odadan başım öne eğik çıkıyorum, küçük çocuk, demin gördüğüm, demin ama ne zaman bilmiyorum, artık saatlere de bakasım gelmiyor, işte o zavallı çocuk, bir yerde kader ortağım, onu görüyorum... Elinde ufak, renkli zıplayan bir plastik top, yere atıp tutuyor, ben de oynardım önceden, önceden...
İç çekiyorum, iç çekecek bir beden olsa halimi bu söz anlatırdı, işte tam da öyle bir haldeyim.
Zavallı, neden ölmek zorunda ki? Neden?
Annesiyle babası, beyaz kapıyı aralıyorlar, anne ağlıyor, baba ağladı ağlayacak, annesi sarılıp oğlunu öpüyor, ağlıyor. Baba dişlerini sıkıyor, elini yumruk yapmış, duvara yaslanıyor, çaresizler...
Dişçideydim, çürük var diye gittim, baktı ağzıma, dişin kırılmış dedi, çok sıkmışsın demek dişini dedi, çok sıkmışsın, dikkat et dedi. Ben dişlerimi sıkarım da bana diş sıktıranlar canımı sıkmaktan geçmezler. Dişimi sıkmayayım da canımı mı sıkayım? Bir o kaldı bende zaten!
Sevdiğim kız geliyor aklıma? Sevmek? Ne güzel söz, ne demek kim bilir?
Sıkıldım bu manzaralardan, ama kaderim bu, sıkıştım bu koridora, ilerisi çok karanlık, merdivenlerden korkunç sesler geliyor, korkuyorum gitmeye, sevenlerimi bir daha görememeye, çünkü içten içe hissediyorum, biliyorum, anlıyorum... O karanlıklara girdim mi hayatla son bağlarımı da koparacağım... Bunu yapamam, yaşamak istiyorum, yeşil çimlerde, o topa vurmak istiyorum, koşmak istiyorum, denize karşı çayımı içmek istiyorum, sevmek istiyorum, hüznünü yalnız kalbimde değil ruhumun her yanında yaşayacağım kadar çok seveceğim, kanımdan canımdan evlatlarım olsun istiyorum, yaşamak istiyorum en nihayetinde, yaşamak için geldim, dayanmak, direnmek istiyorum, ölmekten çok korkuyorum, koridorun sonu, merdivenler çok karanlık, sesler çok korkunç, gitmek istemiyorum...
O geliyor, saçları eskisi gibi, dalgalı, simsiyah... Aylar mı oldu, günler mi, yoksa dakikalar mı, bilmiyorum. Ama o geldi... Sevdiğim kız, hareketsiz bedenime bakıyor, bir demet çiçek getirmiş, bembeyazlar, nefret edilesi renkle bana geldi, tesadüf denen şey hiç var olmadı, bilerek yapıyorlar, acı çekmemden zevk alıyorlar... Odada benim kapalı gözlerim hariç her gözden yaşlar akıyor, sessizliği bozmamaya dikkat ederek, belki de beni uyandırmamaya özen gösterek sessizce ağlıyorlar, birbirlerine dahi bakamıyorlar, hüzün her yeri kaplamış...
Gitti, ne kadar kaldı bilmemem de bir şey değiştirmedi, ruhumun benden gidişi gibi... Aslında ben dediğim o et parçası değil, ben dediğim ben; ruhum olmalı... Kafam karmakarışık, deliriyor muyum? Ne fark eder ki?
Ölmek çözüm mü? Olsa da ecel almadan gidemem ki, ben yaşamaya aşığım...
Şimdi fark ediyorum, zamanla gölgeler odamın olduğu koridora yaklaşıyorlar, ama pencereler berrak, ışık dolu, dışarısı cennet bahçesi, koridorum araf, koridorumu kuşatan gölgeler cehennem...
Beklersen cehennem, atlarsan cennet!
Dönmeyi çok istersin de bütün kapıları kapalı bulursun, yıkılırsın, ölmek istersin...
Ağlamak istiyorum; gözlerim şişene kadar, kan çanağı olana kadar ağlamak istiyorum. Nedenini hala bilmiyorum bu halimin, ne annemin ne babamın ne de doktorların ağızlarını bıçak açıyor, ölüm var sanki sürekli civarımda, sanki her an bahsi geçen o pek ünlü tırpanlı gelecekmiş gibi, ölüm kokuyor odam, korkular, hüzünler, yaşanamamış mutluluklar...
Kendime baktım, yüzüme baktım, bir heykel gibi soğuk, bembeyaz, ifadesiz...
Korkuyorum, karanlıklardan çok korkuyorum.
Çok acı verdin bana hayat ama neden, neden senin uğruna yanıp tutuşuyorum, neden?
Bir rüya olsun, lütfen Allah'ım! Ne olur hepsi bir rüya olsun... O çok sevdiğim yağmuru bir daha tenimde hissedeyim, yine göreyim yeri göğü masmavi eden şimşeklerini, içimi ürperten gök gürlemelerini bir kez daha duyayım, yorganıma bir kez daha sarılabileyim, uyanacağımdan şüphe etmeden bir kez daha uyuyayım...
Ney sesi geliyor kulaklarıma, el emeğiyle ince ince delinmiş sazdan hayat akıyor, hülyalı sesler içime akıyor, hayat damarlarımda değil yokluğa akıyor, hiçliğe karışıyorum, karanlığa dem vuruyorum, geceye karışıyorum, yalnızım, son yolculuğuma çıkıyorum...
Pencereye yaklaşıyorum...
Anneme, babama bakıyorum...
Vedamı söylüyorum, beni denizi gören bir yere gömün diyorum, kitaplarımı, yazılarımı, her şeyimi saklayın odamda kilitler arkasında diyorum, bencillik var ölürken bile...
Uzun bir sevgi sözü fırtınası...
İçime acı doluyor, pencereye elimi atıyorum, soğuk elimi acıtıyor, elim camdan bu sefer geçmiyor, sonra yere kapaklanıyorum, acıyla haykırıyorum...
Ağlıyorum, bakıyorum, gözlerimden yaşlar dökülüyor, annem hemşirelere koşuyor, onlarca lanet rengi giymiş insan doluşuyor odama, yüzlerinde şaşkınlık, gözlerimden kanlı yaşlar geliyor çünkü...
Annem titriyor, koşarak içeri biri giriyor, siyahlar içinde; babam. Beni görünce dudakları titriyor, ağlayamıyor, anneme sarılıyor, bir köşeden beni izliyorlar...
Bedenimde dudaklarım kıpırdanıyor, herkes pür dikkat beni dinliyor, bu son şansım, elimi tut Allah'ım, yaşamak istiyorum;
"Yaşamak istiyorum..." diyorum, gözlerim azıcık açılıyor, ve böyle bitiyor, birkaç dakika öncesine geri dönüyorum, herkes sessiz, inanamıyorlar yaşananlara, birkaç dakika sonra birbirlerine bakıyorlar, adeta yaşananları diğerlerinin de görüp görmediğini anlamaya çalışıyorlar, onlar da çaresizler, ben de çaresizim, ama azmettim onları da çaresizliğime hapsettim.
Tam ölüyorum derken işler karıştı... Şimdi gitmek daha zor karanlık sona... Aslında uzun süredir arzu ettiğim de buydu; sessizliğimle azalan umutlara su serpmek...
Ortasındayım hayatla ölümün. Katillerim etrafımda bekleşiyor; akbabalar. Sevenlerim ağlıyor; zavallılar... Ya ben?
Zavallı adam oğlunu arabaya bindiriyor, çocuk arka koltukta birkaç oyuncakla oyalana dursun, adam eşinin yanına ürkek adımlarla ilerliyor... Para bazen işe yaramıyormuş değil mi arkadaş? Şimdi ne yapacaksın?
"Üzülme, bir çaresini mutlaka bulacağız!"
Asıl sen boşuna üzülme, bir de mutlaka diyorsun, kimsin sen ki bu kadar emin olabiliyorsun?
Olanları camdan izliyorum, artık onları duyabiliyorum, nasıl oldu bilmiyorum, onları duymam mı isteniyor, kim tarafından? Tanrı mı? Tanrı benden bir şey mi istiyor? Düşünmesi bile komik, onun istemesi ve benim ikna olmam, o beni ikna etmeyi umursamaz ki, ister yani yapar! Bu kadar basit! Ama ya bunları bana sunan O değilse?
Konuşma şekilleniyor...
Beyaz önlüklüler yine sahnede...
Gözlerini kan bürümüş bunların, herkes haddini aştı!
Her şey netleşiyor, koridordaki odalar zavallılarla dolu, beni parçalayacaklar, her parçamla bir tanesini tamamlayacaklar, her gün beni iyileştirmek için değil de ölmemi kolaylaştırmak için bir şeyler yapmak için uğruyorlar, anlıyorum, zavallı ailem, farkındalar mı acaba? Farkındalarsa, nasıl kabullenebildiler?
Hem ben hayal mi gördüm, gözlerimi açtım, yaşamak istiyorum dedim, belki de anlamadılar, belki de travma gibi bir şey olarak yorumladılar, belki de ailemin bütün umutlarını acımasızca çürüttüler...
Pazarlık yapıyorlar aşağıda herhalde...
Kasap sanki, et pazarlığı yapıyor...
Çocuk belki yaşamayı hakediyor ama benim ölümümle olacaksa değil, benim ondan fazlam yok. O da, ben de aynı şartlarda atıldık dünyaya, benim de yaşamaya hakkım var, yaşayamayacağımı iddia ediyorlar, nefes almam bana yeter, ben ölmeyi seçmek için, canlı canlı parçalanmak için gelmedim bu dünyaya...
İğrenç bir görüntü canlanıyor gözümde; köy yolu, zavallı bir inek yolun ortasında yatıyor, acılar içinde, kaldıramıyorlar, işlerine geldi belki de, bıçakları biliyorlar, oracıkta hayvanı önce bacaklarından kesmeye başlıyorlar, zavallının canı bedenden süzülürken son bakışlarını görüyorum, yalvarırcasına...
Ben sektedim, yere serildim, parçalanmam mı gerek, biraz dinlenmeye, kendimi biraz bulmaya, içimde biraz huzur bulmaya hakkım yok mu? Hemen parçalanmam mı gerek? Ben derin uykuya yattım, düşüncelerle, bilgilerle, hayatla doldum. Bırakın döneyim, size insan olmayı öğreteyim!
Herhalde inanmadılar dönebileceğime, annem boynuma sarılıyor, sevdiğini falan söylüyor, ağlıyor, babam elimden tutuyor, hissediyorum ama tepkisizim, hiç değilse bedenen...
Önce iyileştirmek için garip bir tedavi, sonu gelmez ilaçlar, sonra derin sessizlik, sonra da bıçak sesleri, gelin katillerim, uzatmayalım bu işi, siz kafaya takmışsınız kanımı içmeyi... Yazık! İdam ederlerken dahi son dilekler soruluyor... Bana hiçbir şans vermediniz, elveda!
Hayata gözlerimi yummamam gerekirken, zorla karartılıyorum, gölgeler kapıya kadar geldiler, karanlık nefes alıyor adeta... Tırpanlı da yakında gelir, parlak ışıklı yol görünürde yok,
Eren çıkmaz yoldasın, karanlık haddini aştı, acılar ruha fazla geldi, at kendini karanlıklara, karanlığın ışık yakacak birkaçına...
Haksızlık!
Gideceksek hep beraber!
Dünyanın düzenine karşı gelemezsin, modern çağı yaşadığını iddia eden yamyamlara bunu yapamazsın, buna gücün yok, aciz bir ölüm mahkumusun, usul usul gitme vaktin geldi...
Parçalanmak istemiyorum, poşetlenip mezara eksik gedik atılmak istemiyorum, karanlıklara dalmak istemiyorum, yaşamak istiyorum, insan gibi yaşamak istiyorum...
Fişimi çekmeye gelen beyaz önlüklünün boğazına sarılıyorum, bir soğukluktan öte hiçbir şey hissetmiyor; ben de... Can bedenden koparken dondurucu bir soğuk hissediyorum...
Karanlık haddini aştı!
Haydar Eren AKIN
11 TMA 570
ZİFİR KARASI
ZİFİR KARASI
Hasat vakti geldi,
Kaldı geride bir ömür,
Dolmaya yakın kum saati...
Gel zifir karası,
Karanlıklar müptelası!
Beklemekteyim...
Cehennemde ateşe,
Soğukta yalnızlığa misalsin,
Hastasın, hasta ruhlusun,
Sararıp solmaktasın,
Doyumsuzsun,
Her daim susuzsun,
Ey simasından semaya
Sarı sarı parlayan,
Kaçtıkça ağına mı dolanırım,
Usulca teslim mi olayım,
Ne dersin?
Güneşin vurduğu bir kum tanesi,
Sarı parıltısının aksedişi gözlerime...
Hayallerim yansımakta kumlara,
Uzanan bu sarı sonsuzlukta...
Kumlar öpmekte gözlerimi, dudaklarımı...
Gözlerim kan çanağı,
Dudaklarım susuz, çatladı.
Rüzgarsın, gamları ruha bağlayansın...
Kana kana, durmaksızın,
Hayat ırmağından içmektesin.
Farkındayım; saklama, saklanma,
Ölüm diğer adın,
Sen yolun sonu,
Her ırmağın kuruyuşusun!
Yapışmadı ya can bedene!
Sende, kum olmaya geldim!
Sonbaharda sararmaya geldim!
Gel zifir karası,
Karanlıklar müptelası,
Geriye kalır satırlar,
Onları da katar rüzgarına,
Sarına saklar sararsın...
Haydar Eren AKIN
Galatasaray Lisesi
Hasat vakti geldi,
Kaldı geride bir ömür,
Dolmaya yakın kum saati...
Gel zifir karası,
Karanlıklar müptelası!
Beklemekteyim...
Cehennemde ateşe,
Soğukta yalnızlığa misalsin,
Hastasın, hasta ruhlusun,
Sararıp solmaktasın,
Doyumsuzsun,
Her daim susuzsun,
Ey simasından semaya
Sarı sarı parlayan,
Kaçtıkça ağına mı dolanırım,
Usulca teslim mi olayım,
Ne dersin?
Güneşin vurduğu bir kum tanesi,
Sarı parıltısının aksedişi gözlerime...
Hayallerim yansımakta kumlara,
Uzanan bu sarı sonsuzlukta...
Kumlar öpmekte gözlerimi, dudaklarımı...
Gözlerim kan çanağı,
Dudaklarım susuz, çatladı.
Rüzgarsın, gamları ruha bağlayansın...
Kana kana, durmaksızın,
Hayat ırmağından içmektesin.
Farkındayım; saklama, saklanma,
Ölüm diğer adın,
Sen yolun sonu,
Her ırmağın kuruyuşusun!
Yapışmadı ya can bedene!
Sende, kum olmaya geldim!
Sonbaharda sararmaya geldim!
Gel zifir karası,
Karanlıklar müptelası,
Geriye kalır satırlar,
Onları da katar rüzgarına,
Sarına saklar sararsın...
Haydar Eren AKIN
Galatasaray Lisesi
Neden?
Günlerden bir gün; herhangi bir gün işte, sayılara, kalıplara sığdırmaya ne hacet, sığdırmam, sınırlandırmam... Hava soğuk muydu, sıcak mıydı hatırlamıyorum, neden bilmiyorum, unuttuğum parçalara takılmamalıyım, ama farkındayım unuttuğum bir hikayeyi anlatmaktayım... İnsan evladına bir lütuftur unutmak yetisi.
"Gel bakalım!"
"Sen kimsin?"
Böyle başlayan diyaloglara bayılıyorum, basit korku hikayeleri genelde böyle başlar, hala anlayamadılar, gerçek olmayan korku vermez, gerçeklerini yazmak da yürek ister... Onları hep unuturlar, hep... O satırlardan da hep çekinirler; yaktılar, yırttılar...
Bir anda bilgisayar ekranındaki yazılar silindi, bembeyaz oldu ekran, tüylerim diken diken hala... Buradalar, hissediyorum, lanet olasıcalar görünmüyorlar ama buradalar, bundan eminim...
"Demek yazmamı istemiyorsunuz?"
Bu cümleyi üç kere uğraşarak yazdım, klavye de kitlendi, ekran dondu... Konuşamıyorlar ya benimle, ucuz numaralarla sindirmeye, vazgeçirmeye çalışıyorlar;
"Ben bunlara tokum aslanım, sen daha beni çözememişsin!"
İnkar etmemek lazım yalnız olmadığımız gerçeğini, kimseye ders vermeye gelmedim ki sevmem zaten. Ben öğrenmeyi severim, bilgilerin zihnime dolmasını severim, yazmayı severim, anlaşılmak umrumda değil.
Bu paragrafa bile gerek yoktu ama olsun, şimdi gereksiz okur kitlesi eleğin geniş deliklerinden yuvarlandı, biz devam edelim, biz dedirtecek benden başkası var mı bilmesem de!
Yıllar gelip geçiyor, geride hiçbir şey kalmıyor, zamanla zaman bizi sindiriyor, ben çırpınıyorum, boşa kanat çırpıyorum, ama elden ne gelir ki? Hiç!
"Özendim derviş olmaya, hırka ile şalım da yok..." Bir de Müzeyyen Senar'dan olunca bu şarkıya doyum olmaz... Yazasım gelmiyor, dinliyorum...
Tamam, her şey boş... Ne yazmak gerek ne de nefes almak... Ama bir amaç olmalı, bir amaç uğruna yaşıyor olmalıyız. Sebepsizliğin eşiğinden sonuçsuzluğa sarılmak üzereyim... Hayatın anlamsızlığında kayboldum, her yerden "Neden?" diyor zihnim...
"Gel bakalım!"
"Sen kimsin?"
Böyle başlayan diyaloglara bayılıyorum, basit korku hikayeleri genelde böyle başlar, hala anlayamadılar, gerçek olmayan korku vermez, gerçeklerini yazmak da yürek ister... Onları hep unuturlar, hep... O satırlardan da hep çekinirler; yaktılar, yırttılar...
Bir anda bilgisayar ekranındaki yazılar silindi, bembeyaz oldu ekran, tüylerim diken diken hala... Buradalar, hissediyorum, lanet olasıcalar görünmüyorlar ama buradalar, bundan eminim...
"Demek yazmamı istemiyorsunuz?"
Bu cümleyi üç kere uğraşarak yazdım, klavye de kitlendi, ekran dondu... Konuşamıyorlar ya benimle, ucuz numaralarla sindirmeye, vazgeçirmeye çalışıyorlar;
"Ben bunlara tokum aslanım, sen daha beni çözememişsin!"
İnkar etmemek lazım yalnız olmadığımız gerçeğini, kimseye ders vermeye gelmedim ki sevmem zaten. Ben öğrenmeyi severim, bilgilerin zihnime dolmasını severim, yazmayı severim, anlaşılmak umrumda değil.
Bu paragrafa bile gerek yoktu ama olsun, şimdi gereksiz okur kitlesi eleğin geniş deliklerinden yuvarlandı, biz devam edelim, biz dedirtecek benden başkası var mı bilmesem de!
Yıllar gelip geçiyor, geride hiçbir şey kalmıyor, zamanla zaman bizi sindiriyor, ben çırpınıyorum, boşa kanat çırpıyorum, ama elden ne gelir ki? Hiç!
"Özendim derviş olmaya, hırka ile şalım da yok..." Bir de Müzeyyen Senar'dan olunca bu şarkıya doyum olmaz... Yazasım gelmiyor, dinliyorum...
Tamam, her şey boş... Ne yazmak gerek ne de nefes almak... Ama bir amaç olmalı, bir amaç uğruna yaşıyor olmalıyız. Sebepsizliğin eşiğinden sonuçsuzluğa sarılmak üzereyim... Hayatın anlamsızlığında kayboldum, her yerden "Neden?" diyor zihnim...
Korku
Birinci Bölüm
ESKİ DOSTLAR
Hava kararalı çok olmadı. Bir ormandayım. Dört bir yanım sık çamlar. Oturuyorum. Gözlerim evden yayılan sarı ışıkta kilitli. İzliyorum. En ufak bir hareketi bile kaçırmamalıyım. İzlemeye devam etmeliyim. İntikam madem soğuk yenen bir yemek, beklemeliyim. Sağ elim terlemeye başladı, bıçağın sapından elimi çekiyorum. Yere düşüyor. Çimenlere değiyor soğuk metal ve parlaklığı ormanın derinine doğru süzülüyor. İster istemez o yöne seğiriyor gözlerim. İki sarı göz. Bakmaktalar. İzlemekteler. Tüylerim diken diken, irkiliyorum. Gözlerimi onlarınkinden ayırmadan bunun bir hayal mahsulu olmasını diliyor ve gözlerimi avuşturuyorum. Tekrar bakıyorum. Her yer karanlık. İçimde derin bir karanlık, beni de içine çekiyor. Bu sefer ölüm korkusunu ensemde hiç olmadığı kadar derinden ve soğuk bir şekilde hissediyorum. Kıpırdamaktan dahi acizim. Sağ elim gayri ihtiyari bıçağın sapına mıknatısla tutundu adeta. Boş gözlerle karanlığa bakıyorum. Ne görmeyi umuyorum, bilmiyorum. Bilinmezlik duvarları çevremi sardı. Kaçışım bir tek yolla mümkün. Ev, sarı ışık huzmeleri pencerelerinden süzülen ahşap ev. Ayağa kalkıyorum, temkinli adımlarla ilerliyorum.
Adımlarım adeta durmamı ister gibi zorlukla birbiri ardına sıralanıyor. Yavaş yavaş ilerliyorum. Evin kapısına vardım. Şimdi ne yapmam gerek bilmiyorum. Elimde bıçak onun kapısındayım, aslında bu yemeği biraz ılık yesem pek fark etmez. Kapıyı vuruyorum; tık tık tık. İntikam vakti geldi. Kana kan. Hayat adaletli olmalı.
"Kim o?" dedi içeriden gelen tok ve sert ses.
"Eski bir dost..." dedim. Kendimden emin, nazik, kibar ve sinsi bir dille. Bu anın gelmesini uzun zamandır arzulamaktaydım. Vakit gelmişti. Artık zaman benim için ilerliyordu, yeni ufuklar artık sadece benim için görünecekti, zaman ona tanıdığı süreyi bitirmek için son dakikalarını yaşamasına izin veriyordu.
Kapı yavaşça açıldı. Kimse yoktu. Boşluk. Tek göz bir ev. Ortada bir masa. Üzerinde sarı ışığın kaynağı. Gözlerim onu aradı. Bir an heyecana kapıldım ya gittiyse diye. Sonra içerden sesinin gelişini işittim.
"Çayını hala demli mi içiyorsun?"
Şaşırmıştım. Bu soğuk kanlılığı ondan beklemiyordum. Dilim tutulmuştu adeta. Sonra toparlandım. İntikamın soğuk tadını duyumsamaya gayret ettim ve toparlanmaya çalıştım.
"Evet eski dostum hala demli içiyorum çayı, unutmaman sevindirici!"
Bakışlarımdaki kana susamışlık ve elimdeki bıçak onu korkutmamıştı bile. Sanki karşısında yıllar önceki, yaşanan o olaylardan önceki ben varmışım gibi sakin ve huzur doluydu. Anlayamadım ne yapmaya çalıştığını. Ama önemli değildi. O artık ellerimdeydi.
Masanın yanında adeta uzun zamandır beklendiğimi işaret eden ikinci sandalyeye oturdum, önünde çay olmayan sandalyeye. Beni bekliyordu. Yıllar boyunca onu yavaş yavaş tanıdım. Dikkatli olmalıydım. Ona asla arkamı dönmemeliydim. Çünkü bu mesut siluetin arkasında kana susamış bir şeytan saklanıyordu. Aklıma geldikçe o iğrenç manzaralar, midem bulanıyor, başım dönüyor, şakaklarıma acı dolu oklar saplanıyordu. O artık benimdi. Sıra bana en nihayetinde gelmişti.
Kurbanım sakinliğiyle beni sinirlendiriyordu. Anlayamıyorum, bir insan nasıl bu kadar soğuk kanlı olabilir ki? Hem biraz önceki dehşetengiz hayalimden ki öyle olmasını temenni etmedekten başka çıkar yolum yok, dahi ne denli korktuğumu ve kanımın ne denli soğuyup neredeyse buz kestiğini bir ben bilirim.
"Unutmamam gerekiyordu bazı ayrıntıları!"
"Neden?"
"Asıl sen neden çalıların arasından kaçar gibi kapıma dayandın?" Suratına tükürmek istiyordum. Beni takip etmişti. Benim belki de o lanet şeyden kaçtığımı görmüştü. Korku dolu suratımı zevkle izlemişti. Devam etti, " Yoksa birinden ya da bir şeyden mi kaçıyordun?" Şeyden derken bekledi, suratımda korkunun belirip küçük düştüğümü görmemi bekledi. Olmadı ama. Olamazdı zaten. Ne zorluklarla yetişmiştim. Ruhum kabuk bağlamış, kabuk da sıyrılıp düşmek yerine her geçen gün daha da güçlenmiş ve beni sarıp sarmalamıştı.
Hatıralar, her yerdeler, onlardan kurtulmak neredeyse imkansız. Bu lanet herifin karşısında dururken daha bir berrak görünüyor dehşet dolu anılarım.
Bıçağımı daha fazla sıkıyorum.
İlerliyorum. Gözlerime kan hücum ediyor. Aramızdaki masayı deviriyorum. Duvara yaslanıyor. Suratında en ufak bir korku belirtisi bile yok. Bu beni daha da kışkırtıyor. Terlemiyor bile. Sonra gözlerine bakıyrum. Kapkaralar. Derin kuyular gibi. Dipleri belirsiz, bilinmez.
Ve elinde yıldırımı tutan Zeus gibi heybetle bıçağı tutuyorum. Ve ona ...
İkinci Bölüm
ACIMASIZLIK
Her tarafta takım elbiseli, ciddi, hüzünlü insanlar. Herkes üzgün. Yarın çoğu bu hüznü üzerlerinden rahatlıkla atacaklar. Ama ben, ben asla bu üzüntüden kirli bir elbiseden sıyrılır gibi kurtlulamayacağım. Bu hüzün tenden öte benliğime kazındı. Ölüm, en büyük acı ölümmüş. Yalnızım şimdi, yapayalnız. Benden bir parça, geldiği yere geri dönüyor. Oğlum atık kollarımda değil Allah'ım, neden bu kadar erken aldın onu benden.
Güneş gözlüklerimin arkasına sığındım. Ama ne fayda eder ki? Gözyaşlarım birbirinin ardı sıra süzülüyor gözlerimden, hüzünle sararmış yüzüme.
"Başın sağolsun Ahmet, başımız sağolsun, yeğenimi erken aldı ama üzülme, o ancak sevdiği kullarını cennetine alır. Yavrucak şimdi ilahi huzura erdi. Sevineceğin yerde üzülüyorsun, toparla kendini."
"Hoca Efendi! Canımdan can koptu. Şimdi ruhum bedenimde çırpınıyor. Hayat, yaşamak, nefes almak günah artık bana. Durduramadım. Onun yerine ben ölmeliydim. Ölebilecek, yavrumu, Berk'imi yaşatacak kadar hızlı bile olamadım. Şimdi her gün tekrar tekrar ölmektense..."
Elini beline attı. Kara bir tabanca çıkardı. Şakağına doğrulttu.
"... bir defa öleyim, Allah günahlarımı affetsin!"
"Dur evladım. Bilmez misin Allah'ın verdiği canı onun takdirine karşı gelmeye cüret ederek almanın günah olduğunu. Kendin, canını alsan dahi günahtır bu. Berk için yapma. Babasını ahirette de ondan ayırma!"
Zavallı Ahmet dizlerinin üzerine çöktü ağlamaya başladı. Hıçkırıklar, gözyaşları ve derin iç çekişleri. Bu tam bir hüzündü. Sanki etrafta toplanmış sahtekarlara nispeten yapıyordu bu gösteriyi.
"Ağla evladım ağla, için açılır. Dök zehrini dışarı. Berk'i merak etme, o şimdi annesinin kollarında!"
Hüzünlü sahneleri severim hem de çok. Hüzün insana insan olduğunu anımsatır. Kalbi olduğunu, gözleri olduğunu ve o gözlerden gözyaşlarının süzülebileceğini anımsatır insana. Aşkla coşan kalbe hüzün yıkımı yaşatır. Var olanın kıymetini hatırlatır.
Bana kalırsa vurmalıydı kendini. Ya bu hayattan sonra başka bir hayat yoksa? Boşuna mı o anı binlerce kez aynı acıyla yüreği günden güne daha da büzülerek, ezilerek yaşayacak? Değmez. Acı denizinde yüzmeye değmez ufukta kara görünmezken, bırak kendini gözyaşlarından tuzlu sularına bu denizin, yavaşça dibe doğru süzül, birkaç hava baloncuğu bırak geriye, onlar da hayattayken yaptığın onca şeyi hatırlatsın sana. Hiçlik. Öldükten sonra geride kalanlar seni ansa ne yazar, anmasa ne yazar? Sen ölmüşsün, sonrasından sana ne? Sen bilmedikten sonra, hissetmedikten sonra sevilmekten, sayılmaktan sana ne? Onurunla yaşa ve onurunla öl. Her gün ağlayacağına, bir gün ağlat sevenlerini...
Sever onlar sahte gözyaşlarını, bir cenaze de sana tertiplerler. Hayatta kalanlar olarak gövde gösterisi babında.
Neyse biz bu harikulade hüzün tablosuna geri dönelim. Hüzün ne de şahanedir. Bir tohumdur. Ruhuna ekersin insanın. Ama bilemezsin ne renk bir çiçek açacağını büyüyecek olan yeşil harikanın.
Küçük bir tabut. İnsan ömrü ne kadar da kısalabiliyor. Bu dünyaya gözlerini yumdu. Daha hiç sevmeden, aşkı tatmadan, ne yazık değil mi? Halbuki ölmesi gereken yaşlılardır, hayatlarında aradıkları her tada varanlardır, ya da varma fırsatına bir kere dahi olsun sahip olanlardır. Ama adalet, ilahi adalet böyle, elden ne gelir?
Hoca ağır adımlarla camiden çıktı. Etraf yemyeşildi. Ağaçlar, çiçekler, çalılar, çimenler... Doğa tüm hünerini gözler önüne seriyordu. Aşk, ilahi aşk buydu, bu manzara karşısında büyülenmekti. Hocanın üstünde yeşil, uzun bir kaftan vardı. Mustafa Efendi dengeli, anlayışlı idi. Ne zaman ne deneceğini bilir, öyle derdi. Herkese karşı huzur verici bir havayla yaklaşırdı. İnsanların yüreklerine huzur denen o güzel abı hayattan sunardı. Hiç karşılık beklemezdi, o sadece iyi bir insan olmak istemişti. Ama hayat çok acımasız. Onun o saf, tertemiz, apak ellerine de kan bulaştı. Yıllar önceydi, bu adamın yüzündeki tek huzursuzluk o anısının suyun yüzüne vurmasıyla oluşurdu. Kimse günahsız ayrılmaz son peygamberden sonra bu dünyadan.
Akıllardan ne gibi düşünceler geçer, bir Allah bilir.
Üçüncü Bölüm
CEZALANDIRMAK
Ben nasıl bir insanım böyle, ellerimde insan kanı parlamakta, bunu hiç istememiştim, böyle olsun istememiştim, neden, neden böyle olmak zorundaydı? Kadercili mi devreye giriyor? Hayır, böyle düşünmemeliyim...
O gün olanlardan sonra elimi ne kadar yıkasam da hep aynı parlaklık var, kan lekesi çıkmıyor, çıksın diye sapkınlıklara düşüp de üstüne biraz daha kan bulanınca çıkar sanar oluyorsun, yanılgıyı hayal kırıklığınla ve vicdan azabınla ödüyorsun.
O, her ne lanet şeyse beni takip etmekte, bu yolculuğa daha fazla katlanamıyorum, köpekler ciğerlerini parçalayarak ulumakta, gecenin zifiri karanlığı sarmalamış bizi, yalnızım, sokak kapısını açıyorum, soğuk geceye paltom sırtımda dalıyorum.
Bir parka giriyor, ilk banka oturuyorum, bir sigara yakıyorum, beni izlediğinin farkındayım;
"Tamam, bu hayattan bıktım artık, sen de yorma kendini daha fazla, kıpırtısız bekleyişim, beni kurtarman için, bunca zaman kurtuluşundan kaçmış bir acı, ıstırap bağımlısı olarak, burda, son bir keyif sigarasıyla selamlıyorum gelen geçen zamanı, yaşadığım her anı, doğayı, var oluşumu..."
Kıpırtsız dinledi, ses yok.
Ses önce arkadan geldi, kesildi. Sonra iki sarı kandil ışığı takıldı gözlerime, önümdeki çalılardan bana gelmekteler...
Yolun sonundayım, başındayım o dönüşü olmayan ufuklara giden yolun, derin bir nefes daha çekiyorum sigaramdan, usulca karanlık siluetine doğru üfleyip, izmariti sol avcumda söndürüyorum, elveda!
ESKİ DOSTLAR
Hava kararalı çok olmadı. Bir ormandayım. Dört bir yanım sık çamlar. Oturuyorum. Gözlerim evden yayılan sarı ışıkta kilitli. İzliyorum. En ufak bir hareketi bile kaçırmamalıyım. İzlemeye devam etmeliyim. İntikam madem soğuk yenen bir yemek, beklemeliyim. Sağ elim terlemeye başladı, bıçağın sapından elimi çekiyorum. Yere düşüyor. Çimenlere değiyor soğuk metal ve parlaklığı ormanın derinine doğru süzülüyor. İster istemez o yöne seğiriyor gözlerim. İki sarı göz. Bakmaktalar. İzlemekteler. Tüylerim diken diken, irkiliyorum. Gözlerimi onlarınkinden ayırmadan bunun bir hayal mahsulu olmasını diliyor ve gözlerimi avuşturuyorum. Tekrar bakıyorum. Her yer karanlık. İçimde derin bir karanlık, beni de içine çekiyor. Bu sefer ölüm korkusunu ensemde hiç olmadığı kadar derinden ve soğuk bir şekilde hissediyorum. Kıpırdamaktan dahi acizim. Sağ elim gayri ihtiyari bıçağın sapına mıknatısla tutundu adeta. Boş gözlerle karanlığa bakıyorum. Ne görmeyi umuyorum, bilmiyorum. Bilinmezlik duvarları çevremi sardı. Kaçışım bir tek yolla mümkün. Ev, sarı ışık huzmeleri pencerelerinden süzülen ahşap ev. Ayağa kalkıyorum, temkinli adımlarla ilerliyorum.
Adımlarım adeta durmamı ister gibi zorlukla birbiri ardına sıralanıyor. Yavaş yavaş ilerliyorum. Evin kapısına vardım. Şimdi ne yapmam gerek bilmiyorum. Elimde bıçak onun kapısındayım, aslında bu yemeği biraz ılık yesem pek fark etmez. Kapıyı vuruyorum; tık tık tık. İntikam vakti geldi. Kana kan. Hayat adaletli olmalı.
"Kim o?" dedi içeriden gelen tok ve sert ses.
"Eski bir dost..." dedim. Kendimden emin, nazik, kibar ve sinsi bir dille. Bu anın gelmesini uzun zamandır arzulamaktaydım. Vakit gelmişti. Artık zaman benim için ilerliyordu, yeni ufuklar artık sadece benim için görünecekti, zaman ona tanıdığı süreyi bitirmek için son dakikalarını yaşamasına izin veriyordu.
Kapı yavaşça açıldı. Kimse yoktu. Boşluk. Tek göz bir ev. Ortada bir masa. Üzerinde sarı ışığın kaynağı. Gözlerim onu aradı. Bir an heyecana kapıldım ya gittiyse diye. Sonra içerden sesinin gelişini işittim.
"Çayını hala demli mi içiyorsun?"
Şaşırmıştım. Bu soğuk kanlılığı ondan beklemiyordum. Dilim tutulmuştu adeta. Sonra toparlandım. İntikamın soğuk tadını duyumsamaya gayret ettim ve toparlanmaya çalıştım.
"Evet eski dostum hala demli içiyorum çayı, unutmaman sevindirici!"
Bakışlarımdaki kana susamışlık ve elimdeki bıçak onu korkutmamıştı bile. Sanki karşısında yıllar önceki, yaşanan o olaylardan önceki ben varmışım gibi sakin ve huzur doluydu. Anlayamadım ne yapmaya çalıştığını. Ama önemli değildi. O artık ellerimdeydi.
Masanın yanında adeta uzun zamandır beklendiğimi işaret eden ikinci sandalyeye oturdum, önünde çay olmayan sandalyeye. Beni bekliyordu. Yıllar boyunca onu yavaş yavaş tanıdım. Dikkatli olmalıydım. Ona asla arkamı dönmemeliydim. Çünkü bu mesut siluetin arkasında kana susamış bir şeytan saklanıyordu. Aklıma geldikçe o iğrenç manzaralar, midem bulanıyor, başım dönüyor, şakaklarıma acı dolu oklar saplanıyordu. O artık benimdi. Sıra bana en nihayetinde gelmişti.
Kurbanım sakinliğiyle beni sinirlendiriyordu. Anlayamıyorum, bir insan nasıl bu kadar soğuk kanlı olabilir ki? Hem biraz önceki dehşetengiz hayalimden ki öyle olmasını temenni etmedekten başka çıkar yolum yok, dahi ne denli korktuğumu ve kanımın ne denli soğuyup neredeyse buz kestiğini bir ben bilirim.
"Unutmamam gerekiyordu bazı ayrıntıları!"
"Neden?"
"Asıl sen neden çalıların arasından kaçar gibi kapıma dayandın?" Suratına tükürmek istiyordum. Beni takip etmişti. Benim belki de o lanet şeyden kaçtığımı görmüştü. Korku dolu suratımı zevkle izlemişti. Devam etti, " Yoksa birinden ya da bir şeyden mi kaçıyordun?" Şeyden derken bekledi, suratımda korkunun belirip küçük düştüğümü görmemi bekledi. Olmadı ama. Olamazdı zaten. Ne zorluklarla yetişmiştim. Ruhum kabuk bağlamış, kabuk da sıyrılıp düşmek yerine her geçen gün daha da güçlenmiş ve beni sarıp sarmalamıştı.
Hatıralar, her yerdeler, onlardan kurtulmak neredeyse imkansız. Bu lanet herifin karşısında dururken daha bir berrak görünüyor dehşet dolu anılarım.
Bıçağımı daha fazla sıkıyorum.
İlerliyorum. Gözlerime kan hücum ediyor. Aramızdaki masayı deviriyorum. Duvara yaslanıyor. Suratında en ufak bir korku belirtisi bile yok. Bu beni daha da kışkırtıyor. Terlemiyor bile. Sonra gözlerine bakıyrum. Kapkaralar. Derin kuyular gibi. Dipleri belirsiz, bilinmez.
Ve elinde yıldırımı tutan Zeus gibi heybetle bıçağı tutuyorum. Ve ona ...
İkinci Bölüm
ACIMASIZLIK
Her tarafta takım elbiseli, ciddi, hüzünlü insanlar. Herkes üzgün. Yarın çoğu bu hüznü üzerlerinden rahatlıkla atacaklar. Ama ben, ben asla bu üzüntüden kirli bir elbiseden sıyrılır gibi kurtlulamayacağım. Bu hüzün tenden öte benliğime kazındı. Ölüm, en büyük acı ölümmüş. Yalnızım şimdi, yapayalnız. Benden bir parça, geldiği yere geri dönüyor. Oğlum atık kollarımda değil Allah'ım, neden bu kadar erken aldın onu benden.
Güneş gözlüklerimin arkasına sığındım. Ama ne fayda eder ki? Gözyaşlarım birbirinin ardı sıra süzülüyor gözlerimden, hüzünle sararmış yüzüme.
"Başın sağolsun Ahmet, başımız sağolsun, yeğenimi erken aldı ama üzülme, o ancak sevdiği kullarını cennetine alır. Yavrucak şimdi ilahi huzura erdi. Sevineceğin yerde üzülüyorsun, toparla kendini."
"Hoca Efendi! Canımdan can koptu. Şimdi ruhum bedenimde çırpınıyor. Hayat, yaşamak, nefes almak günah artık bana. Durduramadım. Onun yerine ben ölmeliydim. Ölebilecek, yavrumu, Berk'imi yaşatacak kadar hızlı bile olamadım. Şimdi her gün tekrar tekrar ölmektense..."
Elini beline attı. Kara bir tabanca çıkardı. Şakağına doğrulttu.
"... bir defa öleyim, Allah günahlarımı affetsin!"
"Dur evladım. Bilmez misin Allah'ın verdiği canı onun takdirine karşı gelmeye cüret ederek almanın günah olduğunu. Kendin, canını alsan dahi günahtır bu. Berk için yapma. Babasını ahirette de ondan ayırma!"
Zavallı Ahmet dizlerinin üzerine çöktü ağlamaya başladı. Hıçkırıklar, gözyaşları ve derin iç çekişleri. Bu tam bir hüzündü. Sanki etrafta toplanmış sahtekarlara nispeten yapıyordu bu gösteriyi.
"Ağla evladım ağla, için açılır. Dök zehrini dışarı. Berk'i merak etme, o şimdi annesinin kollarında!"
Hüzünlü sahneleri severim hem de çok. Hüzün insana insan olduğunu anımsatır. Kalbi olduğunu, gözleri olduğunu ve o gözlerden gözyaşlarının süzülebileceğini anımsatır insana. Aşkla coşan kalbe hüzün yıkımı yaşatır. Var olanın kıymetini hatırlatır.
Bana kalırsa vurmalıydı kendini. Ya bu hayattan sonra başka bir hayat yoksa? Boşuna mı o anı binlerce kez aynı acıyla yüreği günden güne daha da büzülerek, ezilerek yaşayacak? Değmez. Acı denizinde yüzmeye değmez ufukta kara görünmezken, bırak kendini gözyaşlarından tuzlu sularına bu denizin, yavaşça dibe doğru süzül, birkaç hava baloncuğu bırak geriye, onlar da hayattayken yaptığın onca şeyi hatırlatsın sana. Hiçlik. Öldükten sonra geride kalanlar seni ansa ne yazar, anmasa ne yazar? Sen ölmüşsün, sonrasından sana ne? Sen bilmedikten sonra, hissetmedikten sonra sevilmekten, sayılmaktan sana ne? Onurunla yaşa ve onurunla öl. Her gün ağlayacağına, bir gün ağlat sevenlerini...
Sever onlar sahte gözyaşlarını, bir cenaze de sana tertiplerler. Hayatta kalanlar olarak gövde gösterisi babında.
Neyse biz bu harikulade hüzün tablosuna geri dönelim. Hüzün ne de şahanedir. Bir tohumdur. Ruhuna ekersin insanın. Ama bilemezsin ne renk bir çiçek açacağını büyüyecek olan yeşil harikanın.
Küçük bir tabut. İnsan ömrü ne kadar da kısalabiliyor. Bu dünyaya gözlerini yumdu. Daha hiç sevmeden, aşkı tatmadan, ne yazık değil mi? Halbuki ölmesi gereken yaşlılardır, hayatlarında aradıkları her tada varanlardır, ya da varma fırsatına bir kere dahi olsun sahip olanlardır. Ama adalet, ilahi adalet böyle, elden ne gelir?
Hoca ağır adımlarla camiden çıktı. Etraf yemyeşildi. Ağaçlar, çiçekler, çalılar, çimenler... Doğa tüm hünerini gözler önüne seriyordu. Aşk, ilahi aşk buydu, bu manzara karşısında büyülenmekti. Hocanın üstünde yeşil, uzun bir kaftan vardı. Mustafa Efendi dengeli, anlayışlı idi. Ne zaman ne deneceğini bilir, öyle derdi. Herkese karşı huzur verici bir havayla yaklaşırdı. İnsanların yüreklerine huzur denen o güzel abı hayattan sunardı. Hiç karşılık beklemezdi, o sadece iyi bir insan olmak istemişti. Ama hayat çok acımasız. Onun o saf, tertemiz, apak ellerine de kan bulaştı. Yıllar önceydi, bu adamın yüzündeki tek huzursuzluk o anısının suyun yüzüne vurmasıyla oluşurdu. Kimse günahsız ayrılmaz son peygamberden sonra bu dünyadan.
Akıllardan ne gibi düşünceler geçer, bir Allah bilir.
Üçüncü Bölüm
CEZALANDIRMAK
Ben nasıl bir insanım böyle, ellerimde insan kanı parlamakta, bunu hiç istememiştim, böyle olsun istememiştim, neden, neden böyle olmak zorundaydı? Kadercili mi devreye giriyor? Hayır, böyle düşünmemeliyim...
O gün olanlardan sonra elimi ne kadar yıkasam da hep aynı parlaklık var, kan lekesi çıkmıyor, çıksın diye sapkınlıklara düşüp de üstüne biraz daha kan bulanınca çıkar sanar oluyorsun, yanılgıyı hayal kırıklığınla ve vicdan azabınla ödüyorsun.
O, her ne lanet şeyse beni takip etmekte, bu yolculuğa daha fazla katlanamıyorum, köpekler ciğerlerini parçalayarak ulumakta, gecenin zifiri karanlığı sarmalamış bizi, yalnızım, sokak kapısını açıyorum, soğuk geceye paltom sırtımda dalıyorum.
Bir parka giriyor, ilk banka oturuyorum, bir sigara yakıyorum, beni izlediğinin farkındayım;
"Tamam, bu hayattan bıktım artık, sen de yorma kendini daha fazla, kıpırtısız bekleyişim, beni kurtarman için, bunca zaman kurtuluşundan kaçmış bir acı, ıstırap bağımlısı olarak, burda, son bir keyif sigarasıyla selamlıyorum gelen geçen zamanı, yaşadığım her anı, doğayı, var oluşumu..."
Kıpırtsız dinledi, ses yok.
Ses önce arkadan geldi, kesildi. Sonra iki sarı kandil ışığı takıldı gözlerime, önümdeki çalılardan bana gelmekteler...
Yolun sonundayım, başındayım o dönüşü olmayan ufuklara giden yolun, derin bir nefes daha çekiyorum sigaramdan, usulca karanlık siluetine doğru üfleyip, izmariti sol avcumda söndürüyorum, elveda!
Özgürlüğe Kadeh Kaldırıyorum
Bir hayalin muğlak grisinde başladı,
Büyüdü, özgürlüğü gride yoğurdu,
Kavram pusluydu, gölgeliydi,
Çıktı zihinden, döküldü dilden,
Anlaşılamadı, farklıydı, özgürlüktü o,
Elden almak istediler, ellerim çaresiz,
Bilemediler, yaşayamadılar,
Bir akşam vakti kalkan vapurdan tüten duman
Bir akşam vakti denize bakarken sigaram
Yanan ateşe su verdim,
Özgürlüğüme kelepçeler vurdum,
Ne yangını ne dumanını sevebildim,
Ben beyazı sevdim,
Griden yaptım özgürlüğü,
Sevsem de inandıramadım kendime,
Büyüdü, özgürlüğü gride yoğurdu,
Kavram pusluydu, gölgeliydi,
Çıktı zihinden, döküldü dilden,
Anlaşılamadı, farklıydı, özgürlüktü o,
Elden almak istediler, ellerim çaresiz,
Bilemediler, yaşayamadılar,
Bir akşam vakti kalkan vapurdan tüten duman
Bir akşam vakti denize bakarken sigaram
Yanan ateşe su verdim,
Özgürlüğüme kelepçeler vurdum,
Ne yangını ne dumanını sevebildim,
Ben beyazı sevdim,
Griden yaptım özgürlüğü,
Sevsem de inandıramadım kendime,
Göz Kapaklarımın Ardında
GÖZ KAPAKLARIMIN ARDINDA
Hava bugün kararamayacak kadar güzel, bulutlar beni seyret der gibi göz kırpıyorlar, hafiften esen rüzgar tenimi okşuyor, yürüyorum. Yollar hiç bu kadar güzel gelmemişti gözüme, yürüyorum. Yanımda benimle hareket eden bir şey var, gözüme takılıyor, önemsemiyorum, ilerliyorum. Ama benimle hareket etmekten vazgeçmeyen şey, sonunda ilgimi çekmeyi başarıyor, şirin bir kara kedi. Uğursuzluk mu getirirsin ufaklık? Sanmıyorum.
Balkona çıkarıyorum sandalyemi, oturup denizi izliyorum, ardındaki dağları görmeyeli çok olmuş, neredeyse orada olduklarını dahi unutacaktım. Abartıyorum, olsun.
Bulutlar yaz sonlarını hatırlatacak denli güzel ama farklılar, esinti bana vuruyor, saçlarımı dalgalandırıyor da bu olağanüstü beyazlık donukluğunu koruyor, pamuktan değil de buzdan şekillenmişçesine...
Gözlerime inanamıyorum, ufukla yerden kopup yükselen buluttan dağlar sarmış sanki her yanımı... Görmek ne kadar da karşı konulamaz bir güzellik ama acaba gördüklerim gerçek mi? Tüm bunlar bir hayal olamaz mı yada kurgusu bir başka zihnin...
Bir çift göz; hep bu güzelliği bu kalp çarpıntılarıyla mı görür, sanmam, gözler bana benliğimi sunuyor farklı renklerde, şekillerde...
Yeşilin her tonu açıyor dallarda, bastığım yerlerde. Bana ne güzellikler sunabileceğini ispat etmeye çalışıyor sanki. Ve sanki yarışıyor göğü ve denizi ele geçiren maviyle, sınırlı coğrafyasında ona meydan okuyan daldaki yaprağın, yerdeki çimenin yeşili.
Kalbim hafif hafif çarpmakta, küçük bir serçe gibi. Derin derin havayı ciğerlerime çekiyorum; serin, berrak, taze ve leziz bir hava...
Bugün işte tam buradayım, belki yarın da burada olacağım, bunlar farklı anlar dolayısıyla farklı durumlar olacak, değişime engel olamam, değişiyoruz...
Elimi kalbime götürüyorum, atışını dinliyorum. Kanın bedenime pompalanışını hissetmek huzur veriyor, sakinleştiriyor...
Ağaçların budanma zamanı gelmiş olsa gerek, sessiz çığlıkları elektrikli testerelerin seslerine karışır gibi... Hayal dünyama bencilce gerçeklerimi serpiştirip kurguladığım dünyamda mı yaşıyorum, duyduğum haykırışlar ağaçların değil de kimin, son zerrelerine de hüküm geçiremeyen zihnimin mi, yoksa aklımı mı kaybediyorum...
Bu kaybedişse çok güzel, kendinden geçişle taçladırılıyor çünkü. Ve testereye uçağın kanatlarının altından yeryüzünü izlettiren motoru da katılıyor, ne gürültü ama, çimenler bile kulaklarını tıkamaya gayret ediyor, üstüme bas, duymak istemiyorum diye haykırıyorlar sanki.
Ezan okunmaya başlıyor, çimlerin üzerinde yürüyorum, bir yandan acı çektirmenin saplantılı mutluluğu, bir diğer yandan arzularını yerine getiriyor olmanın vicdanen rahatlatlığı... Yeniden bir başka uçağın motorundan dalga dalga gürülteler doluyor kulaklarıma. Ezan bitti. Bir zaman sonra o da yeniden başlayacak, uçaklar geçmekten vazgeçerler mi acaba?
Birini tanımıştım, uçak gördümü elleriyle sıkı sıkı kulaklarını kapayan, ardı sıra yere kapaklanan, geçmişinde neler var kim bilir, derdim. Sonraları öğrendim, hak vermemek acımasızlık olur.
Dün sabah sis vardı, karşı binayı dahi seçemiyordum, şimdiyse denizin ardında uzanan dağları görüyorum, İstanbul'u seviyorum... Dün hüzün verdi, bugün hasat vakti mutluluk topladı, yarın ne getirir, ne götürür bilemem...
Oturmuşum güvercinleri seyrediyorum bir bankın üzerinde, fark etmedim düşüncelerimde seyrederken ne zaman oturduğumu veya buraya kadar nasıl geldiğimi...
Yanımdaki apartmanın ilk katının camları perdelerinden soyunmuş. Bir uçak daha geçiyor, sesiyle kafesinde dört dönüyor papağan. Benim de vardı bir zamanlar, yemyeşildi, öldü.
Biraz ileride çocuklar isyankar çimlerin üstünde top oynuyorlar, uçakları duymaya razı gibiler bu işkence yerine...
Bir iki karga yakınıma konuyor, tekiyle göz göze geliyoruz, beni süzüyor, bakışları tedirgin edici, canımı sıkıyor, kalkıp gidiyorum, arkamdan bir sis kalkıyor, yolumu saklıyor, yitip gidiyorum.
Pencerenin ardındaki papağan yakında ölür, karnı tok ama kalbi aç; özgürlüğe aç. Çimlere bir şey olmaz, onlar ayaklar altında ezilmek için var oldular, hep isyan ettiler, bazen isyanlarını dindireyim dedim ona da itiraz ettiler, onları pek umursamam artık... Budanan birkaç ağaç artık filiz vermez, zavallıların yanlış zamanda elini kolunu kestiler, halbuki o kadar feryat etti ağaçlar, kurşun dökülmüş sanki kulaklarına topyekün insan ırkının, doğanın sesini duyamıyorlar...
Ben mi? Bir uçak daha geçiyor... Ne diyordum, unuttum... Zaten unutmak için çekip çıkardım kaynaktan...
Hava bugün kararamayacak kadar güzel, bulutlar beni seyret der gibi göz kırpıyorlar, hafiften esen rüzgar tenimi okşuyor, yürüyorum. Yollar hiç bu kadar güzel gelmemişti gözüme, yürüyorum. Yanımda benimle hareket eden bir şey var, gözüme takılıyor, önemsemiyorum, ilerliyorum. Ama benimle hareket etmekten vazgeçmeyen şey, sonunda ilgimi çekmeyi başarıyor, şirin bir kara kedi. Uğursuzluk mu getirirsin ufaklık? Sanmıyorum.
Balkona çıkarıyorum sandalyemi, oturup denizi izliyorum, ardındaki dağları görmeyeli çok olmuş, neredeyse orada olduklarını dahi unutacaktım. Abartıyorum, olsun.
Bulutlar yaz sonlarını hatırlatacak denli güzel ama farklılar, esinti bana vuruyor, saçlarımı dalgalandırıyor da bu olağanüstü beyazlık donukluğunu koruyor, pamuktan değil de buzdan şekillenmişçesine...
Gözlerime inanamıyorum, ufukla yerden kopup yükselen buluttan dağlar sarmış sanki her yanımı... Görmek ne kadar da karşı konulamaz bir güzellik ama acaba gördüklerim gerçek mi? Tüm bunlar bir hayal olamaz mı yada kurgusu bir başka zihnin...
Bir çift göz; hep bu güzelliği bu kalp çarpıntılarıyla mı görür, sanmam, gözler bana benliğimi sunuyor farklı renklerde, şekillerde...
Yeşilin her tonu açıyor dallarda, bastığım yerlerde. Bana ne güzellikler sunabileceğini ispat etmeye çalışıyor sanki. Ve sanki yarışıyor göğü ve denizi ele geçiren maviyle, sınırlı coğrafyasında ona meydan okuyan daldaki yaprağın, yerdeki çimenin yeşili.
Kalbim hafif hafif çarpmakta, küçük bir serçe gibi. Derin derin havayı ciğerlerime çekiyorum; serin, berrak, taze ve leziz bir hava...
Bugün işte tam buradayım, belki yarın da burada olacağım, bunlar farklı anlar dolayısıyla farklı durumlar olacak, değişime engel olamam, değişiyoruz...
Elimi kalbime götürüyorum, atışını dinliyorum. Kanın bedenime pompalanışını hissetmek huzur veriyor, sakinleştiriyor...
Ağaçların budanma zamanı gelmiş olsa gerek, sessiz çığlıkları elektrikli testerelerin seslerine karışır gibi... Hayal dünyama bencilce gerçeklerimi serpiştirip kurguladığım dünyamda mı yaşıyorum, duyduğum haykırışlar ağaçların değil de kimin, son zerrelerine de hüküm geçiremeyen zihnimin mi, yoksa aklımı mı kaybediyorum...
Bu kaybedişse çok güzel, kendinden geçişle taçladırılıyor çünkü. Ve testereye uçağın kanatlarının altından yeryüzünü izlettiren motoru da katılıyor, ne gürültü ama, çimenler bile kulaklarını tıkamaya gayret ediyor, üstüme bas, duymak istemiyorum diye haykırıyorlar sanki.
Ezan okunmaya başlıyor, çimlerin üzerinde yürüyorum, bir yandan acı çektirmenin saplantılı mutluluğu, bir diğer yandan arzularını yerine getiriyor olmanın vicdanen rahatlatlığı... Yeniden bir başka uçağın motorundan dalga dalga gürülteler doluyor kulaklarıma. Ezan bitti. Bir zaman sonra o da yeniden başlayacak, uçaklar geçmekten vazgeçerler mi acaba?
Birini tanımıştım, uçak gördümü elleriyle sıkı sıkı kulaklarını kapayan, ardı sıra yere kapaklanan, geçmişinde neler var kim bilir, derdim. Sonraları öğrendim, hak vermemek acımasızlık olur.
Dün sabah sis vardı, karşı binayı dahi seçemiyordum, şimdiyse denizin ardında uzanan dağları görüyorum, İstanbul'u seviyorum... Dün hüzün verdi, bugün hasat vakti mutluluk topladı, yarın ne getirir, ne götürür bilemem...
Oturmuşum güvercinleri seyrediyorum bir bankın üzerinde, fark etmedim düşüncelerimde seyrederken ne zaman oturduğumu veya buraya kadar nasıl geldiğimi...
Yanımdaki apartmanın ilk katının camları perdelerinden soyunmuş. Bir uçak daha geçiyor, sesiyle kafesinde dört dönüyor papağan. Benim de vardı bir zamanlar, yemyeşildi, öldü.
Biraz ileride çocuklar isyankar çimlerin üstünde top oynuyorlar, uçakları duymaya razı gibiler bu işkence yerine...
Bir iki karga yakınıma konuyor, tekiyle göz göze geliyoruz, beni süzüyor, bakışları tedirgin edici, canımı sıkıyor, kalkıp gidiyorum, arkamdan bir sis kalkıyor, yolumu saklıyor, yitip gidiyorum.
Pencerenin ardındaki papağan yakında ölür, karnı tok ama kalbi aç; özgürlüğe aç. Çimlere bir şey olmaz, onlar ayaklar altında ezilmek için var oldular, hep isyan ettiler, bazen isyanlarını dindireyim dedim ona da itiraz ettiler, onları pek umursamam artık... Budanan birkaç ağaç artık filiz vermez, zavallıların yanlış zamanda elini kolunu kestiler, halbuki o kadar feryat etti ağaçlar, kurşun dökülmüş sanki kulaklarına topyekün insan ırkının, doğanın sesini duyamıyorlar...
Ben mi? Bir uçak daha geçiyor... Ne diyordum, unuttum... Zaten unutmak için çekip çıkardım kaynaktan...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Dünde Bıraktıklarım
-
►
2007
(28)
- ► Nisan 2007 (19)
- ► Temmuz 2007 (1)
-
▼
2008
(115)
- ► Şubat 2008 (1)
- ► Mayıs 2008 (80)
-
►
2009
(33)
- ► Eylül 2009 (1)
Nexus
- Eren
- İstanbul, Türkiye
- Söyleceklerim olmaya devam ettikçe burada olacağım.