Ölümhanedeyiz,
Ölmeye doğuyoruz,
I
Şimdi sabah,
Uzun gecenin sabahında
Şimdi ilk ışıkta
Yine başlıyor huzursuzluklar,
Uyanmak yanılsamadan ibaret,
Aslında derin uyku bitmiyor,
Anbean devam ediyor,
Durmadan, aksamadan,
Havaya bakıyorum, karanlık hala,
Balkon kapısını açıp,
Soğuğa bırakıyorum kendimi,
Titreyerek atıyorum uyuşukluğumu,
Ve sabah,
Her zamanki gibi
Daha önce olmamışçasına…
II
Kainatta ansınız dalgalanmalar,
Zaman şimdi bükülüyor,
Yaşananlar perdeleniyor, ansızın,
Dünde bugün ölüyor,
Aksamayan zaman tökezliyor,
Bin bir direk sarnıcında bir damla,
Nemli sıcağında düşüyor,
Cennet’ten düşüşü anımsatırca,
Bir yandan üzgün,
Bir yandan özüne döndüğü fikrinde,
Çelişkisi derin,
Sanki bir uyku doluyor,
Bilinmeyen bir haznede,
Tarif edilmez kabuslar,
Bürünüyor ete ve kemiğe…
III
Bir an bitiyor, ölüyor,
Sessiz, son bir nefes,
Sonra hiçlik,
Karanlık, uslanmazcasına,
Geçen zamanda artınca,
İki kızıla çalan gözyaşı,
Bakar insan ardından,
Geçen güzelliklerin,
Ve sen, aklımda kaldın,
Bir andın sanki,
Geçtin hızla hayatımdan,
Mavi gözlüm,
Bekle sarıya çalan saçlım,
Busesine yandığım,
Duygum,
IV
Rüzgarı hissediyor musun?
Uzaklardan periler sesleniyor,
Gecenin ayazında
Höyüklerinden ayrılıyorlar,
Ateşler yakıp,
Dans ediyorlar,
Kendilerinden geçiyorlar,
Gecenin karasında,
Dün gece gibi…
Beni çağırıyorlar,
Sırra karışmaya, bir davet bu,
Reddemiyorum,
Açılan kapı ve artık ben yokum,
O taraftayım,
Hayallerim gerçek oluyor,
Sonun başlangıcındayım!
V
Dert gelir geçermiş,
Miş diyoruz durmadan,
Ve durmadan,
Sonra sert bir rüzgar,
Heybetiyle başımda; söğüt ağacı,
Ne yek sağa ne de sola,
Dallar kaosun tezahürü,
Her biri ayrı serzenişle,
Sanki dallar gövdeden kurtulsa,
Önce beni,
Sonra alemi saracak,
Korkunç bir çırpınış onunki,
Ve kamçılıyor yeri göğü,
Adımlarımı sıklaştırıyorum,
Sonra yağmur başlıyor,
VI
Çare benim sandığım anda,
Sen çıktın karşıma,
Bir bir hayal ışığında,
Geceler sabaha bağlı,
Bir ıslak gözden yaştın akan,
Mendil beyaz,
Yüzün küle vurmuş; solgun,
Bir çare ver, dedim,
Demez olaydım…
Bu gece uykusuzum,
Uyuyamıyorsun sen de,
Tesadüf sanma sakın,
Sarıl ama anla,
Ben sensiz ne de sen bensiz,
Sarıl, soğuyor hava zamanla!
VII
Her şey farkındalıkla başladı,
Bilinmeyenle,
Bilme gayretiyle başladı,
Ömrümde sükutu bulmaktı,
Sadece sessizliği tatmak,
Sonra rüyaya dalmaktı,
İsteğim bundan ibaretti,
Katloldu,
Ürkütücü bir sona karıştı,
Hani eski günlerden bir fotoğraf,
Kadehler kaldırılmış,
Dostlar çevremde,
Şimdi çok eskilerde kaldı,
Zaman bir katil,
Can çekişiyorum.
VIII
An ki ömürlere bedel,
Bir dileğim var, sensin; öyleydin,
Rüzgar esmeli,
Yağıyor yağmur epeydir,
Üşüyorum, titremek bana göre değil,
Bir soru var aklımda,
Evirip çevirsem ne fayda,
Aman aman, halim,
Ne yapsam bilmem,
Gece olmuş, bulutla dolmuş gök,
Yıldızlar görünmüyor,
Bir yıldızı dahi kayarken göremem,
Artık bu gece,
O dileğimi getirecek yıldızım da yok…
IX
Nefretim nefes alıyormuşçasına,
Dinmeyecek her ne olursa,
Kelimelerimin altında ezilecekler,
Böyle olmasını hayal ediyorum,
Gücümü fark edemiyorlar,
Yeteneksizler, körler, aptallar…
Ellerimin arasında ezilmeye mahkumlar,
Benden güçlü, büyük
Olduklarını sanıyorlar,
Değil, yanılsamayı göremiyorlar,
Aciz köpekler,
Kelimelerimi aşağılayan aşağılıklar,
Kanınızın dökülüşünü görmek,
Üzüntü vermeyecek,
Sıra bana geldi gelecek!
X
Ve bu öyle bir nefret ki dinmiyor,
Birçok gün geçti,
Bekliyorum, acelem yok, olmadı,
Bir açıklarını bulmayı bekliyorum,
Sonra bir başkasını,
Mezar taşı son nokta,
Enselerinde olacağım,
Karanlık bir anı gibi, bitmeyem gözyaşı,
Yavaş yavaş,
Tadını çıkarmalıyım,
Çırpınışlarını, yalvarışlarını bekliyorum,
Sabrım sonsuz değilse de,
Güveniyorum kendime,
Gece çok güzel,
Şimdi bana uyku lazım…
XI
Görünmez duvarlar var etrafımda,
Buralarda bir yerdesin,
Görmesem de,
Biliyorum,
Nefes alışını hissediyorum,
Kokunu duyuyorum,
Neredeyse aklından geçenleri,
Yaşıyorum…
Buralarda bir yerdesin,
Kağıda saldıran mürekkebi,
Sen de hissediyorsun,
Titriyorsun,
Bekleyeceksin, farkındayım,
Bu gece ne ilkti ne son olacak,
Bekleyeceğim!
XII
Sarılmış bana ağlıyordun,
Hıçkıra hıçkıra…
Çok savunmasızdın, sarıldım,
Dünya parçalandı sanki,
Sonra telefon sesi,
Sendin,
Uyandırdın,
Neyin var, çok üzülmüştün dediğim anda,
Soluğun kesildi,
Şaşırdın,
Sonra anlattın,
Aramızdaki bağ anlatılamaz,
Ben seni yaşıyorum,
Acını ve mutluluğunu,
Hissediyorum.
Ne istediğimi biliyordum ama ona birden ulaşmak beni korkutmuştu. (III. 236)
Pazartesi, Ocak 26, 2009
Pazar, Ocak 18, 2009
HAYAL EDİYORUM
Çocuk başına buyruk çıktı sokağa, elinde oyuncak kılıcı dünyaya baş kaldırdı, kadere baş kaldırdı. Kaybının hesabını soracaktı.
“Hayal ediyorum var olman için…”
O anda şiddetle esti rüzgar, sonbahar kahvesi yaprakları savurdu, ama onu durduramadı, asalet ve cesaretle ilk adımını attı hayal kapısına doğru, sol ayağı karıncalandı önce, sonra içinden derisine vuran bir sıcaklamayla terledi, gözleri buğulandı ve sesi duydu;
“Ey hayal kapısının misafiri, söyle bana hayalini, yalnız unutma bir hayale izin var kapıda, orası da gideceğin yerdir, iyi düşün!”.
Çok zamanı yoktu. Kararını hemen vermeliydi. Bir amacı vardı burayı aradığı her an tekrarladığı dudaklarında.
“Annemle babamın yanına gitmek istiyorum!”
Kapının içinde sisler yükseldi, sesin homurdandığını işitti, yoksa isteğini o bile gerçekleştiremiyor muydu? Soruları vardı aklında, yanlarında onlarca soru işareti, sonra üzüntü doldu küçücük gözlerine, ağlamaya başladı sessiz sessiz… Nazlanacak kimsesi olmazsa insanın ağlaması bile durulur; içe akardı gözyaşları.
“Ne istediğinin farkındasındır umarım delikanlı! Şayet onlar artık yaşamıyorlar, öyle görünüyor ki seni ölüler alemine yollayacağım! Böyle bir durumda bir kez daha düşünmek istersin belki de…”
Durdu, kapı konuşmuyordu artık. Derin bir yutkunma sesiyle irkildi, cevap vermesi bekleniyordu, isteğinin ne olduğunu da çok iyi biliyordu;
“Gitmek istediğime eminim!”
Ve kapı sözünü tuttu, kırmızı ışıklar parladı, çanlar çalındı. Perilerin şarkılarını duydu, onlara katılıp dans etmek geldi bir an aklına, vazgeçti, annesiyle babasını çok ama çok özlemişti. Dimdik durdu, babasının öğrettiği gibi, asker gibi…
Gözlerini kapatmak zorunda kaldı, ışıkları çok parlaktı bu esrarengiz yolun. Öyle çok uzun da sürmedi, gözünü kapayıp açınca bitmişti; sanırım onların olduğu yerdeydi artık. Burası çok farklıydı.
Bir ağaç rüzgarı sallıyordu. Karanlık topraktan güneş doğuyordu, balıklar uçuyordu, toprak kabarıyor, dalgalanıyordu, durmadan ve durmadan…
Toprağın altına saklamışlardı onları. Demek ki toprağın altı burada gökyüzüydü; biraz kafası karışmıştı. Umursamadı, hemen yola koyuldu, her yer yemyeşil, uçsuz bucaksız uzanan bir bahçeydi, çitleri olmayan bir bahçe hem de.
Bir an duraksadı, bu bir erik ağacıydı, sararmış erikleri görünce ağzı sulandı, oturdu yemeye başladı. Sonra bir an kalakaldı, telaşla ayağa kalktı ve dudaklarının kenarı hafiften titreyerek, ağlamaklı, bağırmaya başladı;
“Anne! Baba! Nerdesiniz?”
Cevap veren kimse olmamıştı. Somurttu biraz. Sonra karar verdi yola koyulmaya bir kez daha. Yürüdü, nereye gideceğini bilmiyordu, kılıcını sıkı sıkı tutuyordu, elini acıtmaya başlamıştı, umursamadı; gerçek bir erkek oluyordu.
Sonra insanları görmeye başladı. Herkes bembeyaz pelerinlere, eşarplara, şallara sarınmıştı. Bir an gözü anne babasını arandı; seçemedi. Hızla kalabalığa sokuldu. Kimse ona bakmıyordu. Sanki hiçbiri onu görmüyordu. Telaşla yüzlerine baktı; şaştı kaldı oracıkta. Kızlar birbirinden güzeldi. Hepsi de ancak yirmi yaşında, erkekler gibi. Buradaki herkes en güzel anında sonsuzluğu yakalamıştı, çocuk anlayamıyordu; hala umarsızca annesiyle babasını aramaya devam ediyordu.
Saatler geçti, ter içinde kalmıştı. Havaya baktı, güneş yerli yerinde sakin, sessiz, vakur tavrından ödün vermiyordu; bir damlacık dahi kıpırdamadan duruyordu. Burada zaman durmuş gece dahi olmuyordu.
Çaresiz sessizliğe büründü çocuk. Oturdu mis kokulu çimenlere, sessiz sessiz ağladı, içindeki acı dinene kadar ağlamak istiyordu.
Neden sonra birinin ona yaklaştığını fark etti. Yaşlı bir adamdı. Kırmızı kravatını özenle bağlamış, bembeyaz bir takım elbise giyiyordu. Başucuna geldi, bir süre öylece baktı çocuğa, ardı sıra bir gülümseme belirdi suratında, sanki bütün dünya şen şakrak oldu bir anda. Eğildi, çocuğun demin orada olduğunu fark etmediği düz, adeta yontulmuş bir taşa oturdu.
“Bir sıkıntın var, sanıyorum ki küçük adam. Yardım etmemi ister misin?”
Ne diyeceğini bilemiyordu. Sonra tutukluğunu üzerinden attı ve hızlı hızlı konuşmaya başladı;
“Annemle babamı arıyorum ben, kapıdan geçip geldim, o ses beni annemle babama yolladığını söylemişti ama onları bulmaıyorum. Burada kimse beni fark etmiyor, sanki herkes uyur gezer, çok da yoruldum, karnım acıktı…”
Saatlerin verdiği sıkıntıyla bir anda konuşmaya başlayan çocuğu susturabilmek güç işti; adam sabırla dinledi, dinledi ve dinledi. Sonunda çocuk nefes nefese konuşmasını bitirdi.
“Onları göremezsin..”
Çocuk hayal kırıklıklarının en büyüğünü yaşıyordu, bir parça çimen kopardı, elinde çevirmeye başladı, sessizce dinliyor, gözlerini yerden bir damla olsun kaldırmıyordu. Omuzları çökmüş, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Kısık, buruk, hıçkırık dolu bir sesti;
“Neden?”, daha fazlasını söyleyemedi.
“Bunu bilmek için çok gençsin, ama emin ol, bir tek şansları dahi olsa kesinlikle senin yanında olurlardı. Yalnız bıraktıkları için sakın onlara kızma; onların suçu değildi bu, sadece böyle olması gerekiyordu! Tanrı biraz zalim gelebilir sana, ona öfkelenebilirsin, ama o hep senin iyiliğini istiyor, sakın bunu aklından çıkarma. Zamanı gelince anlayacaksın!”
Bu sözler, bu çocuğa fazlaydı. Kimseyi anlamak istemiyordu, anlamayacaktı da. Sağ gözünden bir damla yaş süzüldü; hemen eliyle sildi. Kendini tutuyordu, başarıyordu da! Ayağa kalktı; adama bakmıyordu. Yere dönük bakışlarıyla ona arkasını döndü, gökyüzüne baktı, çok sessiz bir şeyler fısıldadı boşluğa, kimse duymadı.
Bir iki adım atmıştı ki durdu. Adam ilgiyle izliyordu onu. Elindeki kılıcı olanca gücüyle kaldırıp iki elinden kuvvet alarak çimenlerin arasına sapladı. O anda etraftaki çimenlerin çoğu kızıla, sarıya, kahverengine döndü. Hepsi bir anda boyunlarını büktüler. O anda güneşin önüne bir ton bulut geçti. Şimdiye kadar hiç olmayan oldu ve şimşek çaktı, her yer maviye doydu. Ardından gelen gök gürlemesiyle uyur gezer beyazlar irkildiler ve göğün derinlerine bakmaya başladılar; yüzlerinde su damlalarını ilk defa hissediyor olmanın şaşkınlığıyla kalakaldılar.
O giderken hava kararmaya başlamıştı. Yağmur küçük bir çocuğun burkulmuş yüreğinden dökülen gözyaşları gibi minik minik, durmazcasına yağıyordu.
Kapıyı fark edince son bir nefes aldı; derin bir nefesti bu! Arkasını döndü ve alev alev parlayan bakışlarla son bir kez annesiyle babasını aradı onların arasında; yenildiği ortadaydı, hırsla yürüyüşünü kapıya vararak sonlandırdı.
“Hayal ediyorum yok olman için…”
Perilerin dehşetengiz çığlıklarını duydu; sis her yeri kaplamıştı, siyah bir duman göründü, ateşi hissedebiliyordu. Bütün göğü kaplayan rengarenk havai fişekleri hayal etti en son.
“Hayal ediyorum var olman için…”
O anda şiddetle esti rüzgar, sonbahar kahvesi yaprakları savurdu, ama onu durduramadı, asalet ve cesaretle ilk adımını attı hayal kapısına doğru, sol ayağı karıncalandı önce, sonra içinden derisine vuran bir sıcaklamayla terledi, gözleri buğulandı ve sesi duydu;
“Ey hayal kapısının misafiri, söyle bana hayalini, yalnız unutma bir hayale izin var kapıda, orası da gideceğin yerdir, iyi düşün!”.
Çok zamanı yoktu. Kararını hemen vermeliydi. Bir amacı vardı burayı aradığı her an tekrarladığı dudaklarında.
“Annemle babamın yanına gitmek istiyorum!”
Kapının içinde sisler yükseldi, sesin homurdandığını işitti, yoksa isteğini o bile gerçekleştiremiyor muydu? Soruları vardı aklında, yanlarında onlarca soru işareti, sonra üzüntü doldu küçücük gözlerine, ağlamaya başladı sessiz sessiz… Nazlanacak kimsesi olmazsa insanın ağlaması bile durulur; içe akardı gözyaşları.
“Ne istediğinin farkındasındır umarım delikanlı! Şayet onlar artık yaşamıyorlar, öyle görünüyor ki seni ölüler alemine yollayacağım! Böyle bir durumda bir kez daha düşünmek istersin belki de…”
Durdu, kapı konuşmuyordu artık. Derin bir yutkunma sesiyle irkildi, cevap vermesi bekleniyordu, isteğinin ne olduğunu da çok iyi biliyordu;
“Gitmek istediğime eminim!”
Ve kapı sözünü tuttu, kırmızı ışıklar parladı, çanlar çalındı. Perilerin şarkılarını duydu, onlara katılıp dans etmek geldi bir an aklına, vazgeçti, annesiyle babasını çok ama çok özlemişti. Dimdik durdu, babasının öğrettiği gibi, asker gibi…
Gözlerini kapatmak zorunda kaldı, ışıkları çok parlaktı bu esrarengiz yolun. Öyle çok uzun da sürmedi, gözünü kapayıp açınca bitmişti; sanırım onların olduğu yerdeydi artık. Burası çok farklıydı.
Bir ağaç rüzgarı sallıyordu. Karanlık topraktan güneş doğuyordu, balıklar uçuyordu, toprak kabarıyor, dalgalanıyordu, durmadan ve durmadan…
Toprağın altına saklamışlardı onları. Demek ki toprağın altı burada gökyüzüydü; biraz kafası karışmıştı. Umursamadı, hemen yola koyuldu, her yer yemyeşil, uçsuz bucaksız uzanan bir bahçeydi, çitleri olmayan bir bahçe hem de.
Bir an duraksadı, bu bir erik ağacıydı, sararmış erikleri görünce ağzı sulandı, oturdu yemeye başladı. Sonra bir an kalakaldı, telaşla ayağa kalktı ve dudaklarının kenarı hafiften titreyerek, ağlamaklı, bağırmaya başladı;
“Anne! Baba! Nerdesiniz?”
Cevap veren kimse olmamıştı. Somurttu biraz. Sonra karar verdi yola koyulmaya bir kez daha. Yürüdü, nereye gideceğini bilmiyordu, kılıcını sıkı sıkı tutuyordu, elini acıtmaya başlamıştı, umursamadı; gerçek bir erkek oluyordu.
Sonra insanları görmeye başladı. Herkes bembeyaz pelerinlere, eşarplara, şallara sarınmıştı. Bir an gözü anne babasını arandı; seçemedi. Hızla kalabalığa sokuldu. Kimse ona bakmıyordu. Sanki hiçbiri onu görmüyordu. Telaşla yüzlerine baktı; şaştı kaldı oracıkta. Kızlar birbirinden güzeldi. Hepsi de ancak yirmi yaşında, erkekler gibi. Buradaki herkes en güzel anında sonsuzluğu yakalamıştı, çocuk anlayamıyordu; hala umarsızca annesiyle babasını aramaya devam ediyordu.
Saatler geçti, ter içinde kalmıştı. Havaya baktı, güneş yerli yerinde sakin, sessiz, vakur tavrından ödün vermiyordu; bir damlacık dahi kıpırdamadan duruyordu. Burada zaman durmuş gece dahi olmuyordu.
Çaresiz sessizliğe büründü çocuk. Oturdu mis kokulu çimenlere, sessiz sessiz ağladı, içindeki acı dinene kadar ağlamak istiyordu.
Neden sonra birinin ona yaklaştığını fark etti. Yaşlı bir adamdı. Kırmızı kravatını özenle bağlamış, bembeyaz bir takım elbise giyiyordu. Başucuna geldi, bir süre öylece baktı çocuğa, ardı sıra bir gülümseme belirdi suratında, sanki bütün dünya şen şakrak oldu bir anda. Eğildi, çocuğun demin orada olduğunu fark etmediği düz, adeta yontulmuş bir taşa oturdu.
“Bir sıkıntın var, sanıyorum ki küçük adam. Yardım etmemi ister misin?”
Ne diyeceğini bilemiyordu. Sonra tutukluğunu üzerinden attı ve hızlı hızlı konuşmaya başladı;
“Annemle babamı arıyorum ben, kapıdan geçip geldim, o ses beni annemle babama yolladığını söylemişti ama onları bulmaıyorum. Burada kimse beni fark etmiyor, sanki herkes uyur gezer, çok da yoruldum, karnım acıktı…”
Saatlerin verdiği sıkıntıyla bir anda konuşmaya başlayan çocuğu susturabilmek güç işti; adam sabırla dinledi, dinledi ve dinledi. Sonunda çocuk nefes nefese konuşmasını bitirdi.
“Onları göremezsin..”
Çocuk hayal kırıklıklarının en büyüğünü yaşıyordu, bir parça çimen kopardı, elinde çevirmeye başladı, sessizce dinliyor, gözlerini yerden bir damla olsun kaldırmıyordu. Omuzları çökmüş, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Kısık, buruk, hıçkırık dolu bir sesti;
“Neden?”, daha fazlasını söyleyemedi.
“Bunu bilmek için çok gençsin, ama emin ol, bir tek şansları dahi olsa kesinlikle senin yanında olurlardı. Yalnız bıraktıkları için sakın onlara kızma; onların suçu değildi bu, sadece böyle olması gerekiyordu! Tanrı biraz zalim gelebilir sana, ona öfkelenebilirsin, ama o hep senin iyiliğini istiyor, sakın bunu aklından çıkarma. Zamanı gelince anlayacaksın!”
Bu sözler, bu çocuğa fazlaydı. Kimseyi anlamak istemiyordu, anlamayacaktı da. Sağ gözünden bir damla yaş süzüldü; hemen eliyle sildi. Kendini tutuyordu, başarıyordu da! Ayağa kalktı; adama bakmıyordu. Yere dönük bakışlarıyla ona arkasını döndü, gökyüzüne baktı, çok sessiz bir şeyler fısıldadı boşluğa, kimse duymadı.
Bir iki adım atmıştı ki durdu. Adam ilgiyle izliyordu onu. Elindeki kılıcı olanca gücüyle kaldırıp iki elinden kuvvet alarak çimenlerin arasına sapladı. O anda etraftaki çimenlerin çoğu kızıla, sarıya, kahverengine döndü. Hepsi bir anda boyunlarını büktüler. O anda güneşin önüne bir ton bulut geçti. Şimdiye kadar hiç olmayan oldu ve şimşek çaktı, her yer maviye doydu. Ardından gelen gök gürlemesiyle uyur gezer beyazlar irkildiler ve göğün derinlerine bakmaya başladılar; yüzlerinde su damlalarını ilk defa hissediyor olmanın şaşkınlığıyla kalakaldılar.
O giderken hava kararmaya başlamıştı. Yağmur küçük bir çocuğun burkulmuş yüreğinden dökülen gözyaşları gibi minik minik, durmazcasına yağıyordu.
Kapıyı fark edince son bir nefes aldı; derin bir nefesti bu! Arkasını döndü ve alev alev parlayan bakışlarla son bir kez annesiyle babasını aradı onların arasında; yenildiği ortadaydı, hırsla yürüyüşünü kapıya vararak sonlandırdı.
“Hayal ediyorum yok olman için…”
Perilerin dehşetengiz çığlıklarını duydu; sis her yeri kaplamıştı, siyah bir duman göründü, ateşi hissedebiliyordu. Bütün göğü kaplayan rengarenk havai fişekleri hayal etti en son.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Dünde Bıraktıklarım
-
►
2007
(28)
- ► Nisan 2007 (19)
- ► Temmuz 2007 (1)
-
►
2008
(115)
- ► Şubat 2008 (1)
- ► Mayıs 2008 (80)
Nexus
- Eren
- İstanbul, Türkiye
- Söyleceklerim olmaya devam ettikçe burada olacağım.